Ahimsa
- Hande G
- 5 Kas 2019
- 7 dakikada okunur
Bir süredir artık üzerine yoğunlaşmam gerektiğini düşündüğüm konulardan biri olan Yoga’nın kollarından biri üzerine şimdilik anlayabildiğim kadarıyla ne anlayabiliyorsam bir şeyler yazıp karalayıp düşüncelerimi derinleştirmeyi amaçlıyorum.
Yoga’nın 8 kolu var ve her biri sırayla aşılarak samadhi denen bir evreye ulaşılabiliyormuş. Bu kolların en başında bulunan 1. Kol ise “Yamalar”. Yamalar da kendi içinde 5’e ayrılıyor ve her biri ayrı bir konuyu işliyor. Ama genel olarak hepsinin özü ahlak kuralları ve öz çalışmalar olması. Yani eğer bu Yoga’nın kolları çalışılmaya başlanacaksa insan en önce bu kuralları çalışmalı. Yamalar bize hemen insanın sosyal bir varlık olduğunu ve yolculuk her ne kadar yalnız bir yolculuk da olsa içinde bulunduğun her şeyle bağlantınla başlaman gerektiğini söylüyor sanki. İnsanın dışıyla olan ilişkisi aslında insanın kendiyle olan ilişkisini yansıtıyor belki de, ya da kesinlikle :)
İnsanın kendiyle olan ilişkisine bakmasında en büyük rol başka insanlar çünkü her bir etkileşimde bulunduğumuz şey aslında bize aynalık ediyor. Ve etkileşme şeklimiz ve orada yaşananlar aslında bizim etkilere nasıl tepkiler verdiğimizi görebileceğimiz bir arena. Yaşanan her ne var ise olaylara yaşanan şeyin içinde kendi rolümüzün ne olduğuna ve nasıl tepkiler verdiğimiz olarak bakmak gerekiyor. Verdiğimiz her tepki aslında bizim eylemlerimizin altındaki emir komutlarını, düşünce kalıplarımızı ve otomatik reaksiyonlarımızı, bakış açımızı gösteriyor. Ama bizler genelde deneyimin yoğunluğuna kapılmaktan orada ilk gördüğümüz şey nasıl kurban olduğumuz, neden hep bizim başımıza geldiği ve bunun gibi etki aldığımız her ne var ise o. Oysa aldığımız etkiler kadar verdiğimiz tepkilere de odaklanmalıyız ki deneyimin objektif olarak incelenmesini sağlayabilelim. Suç mahallindeki bütün tanıkların dinlenmesi şart. Ve en büyük tanık sensin.
Yaşadığın bu dünyadaki her şey bir aracı olarak sana bir şey yansıtıyor, senin tepkilerini yansıtıyor. Senin tepkilerin bir başkası için bir etki. Sen nasıl bir tepki verirsen, yani sen nasıl etkilersen büyük ihtimal ona benzer bir tepki gelecek karşıdan, yani bir etki gelecek karşıdan. Yani aslında her şey yine kendin için. Ve kendin için olan her şey de aslında herkes için. Garip bir paradoks bu biliyorum, çünkü aslında sen teksin ve bensin ve aslında sen bizsin ve sonsuz benlerden oluşuyorsun. Ve her bir parça varoluşunda birbirine hizmet ediyor. Böyle bir bütünlük, birlik var ortada. Ve yamalar diyor ki sen bu birliğin içindeki biricikliğinle nasıl bir rol alacaksın? Yaptığın her şey yine kendine. Tepkilerin bir etki, ve sen tepkilerini tanımalısın, onlara hakim olabilmelisin. Kendini birlikten ayrı görürsen ve ayrışırsan o zaman aldığın her etki ve verdiğin tepkilerin birbiriyle bağlantısını koparırsın ve sen kendi içinde de böyle bölünürsün işte. Çünkü mevzu ana resmi görmek ise, yaptığın her tepkinin bir nedeni var. Ve sen ana resmi kaçırmak istemiyorsan bütüne dahil ol, etkilere takılma, tepkileri de dahil et ve her şey bir kuş bakışı bak bakalım, çünkü hiçbir şey tesadüfen oluşmuyor her şeyin bir anlamı var. Sence böyle bir bulmaca çözmek zevkli değil mi?
Şimdi gelelim bu Yamalar nelermiş, ben de merak ediyorum açıkçası, düşündükçe farkına varmam artacak umarım…
Birincisi: Ahimsa – Şiddetsizlik, öldürmemek, zarar vermemek.
Şiddet, zarar vermek, öldürmek benim için ne anlama geliyor diye düşündüğümde;
Yaşamda var olan yaşayan bir şeyin var olma hakkına müdahale etme, onun ait olduğu bütünlüğün içindeki varlığını tehdit etme, ilişkisini kesme, aidiyetine zarar vermek diyebilirim. Bir ağacı kestiğin zaman onun dünya ve yaşama tutunan köklerini kesmişsindir. Aitliğini elinden almışsındır. Onu aslında bütün resmin dışında tutmuşsundur ve senin bütünlük, birlik resmine dahil değildir o ağaç ve aslında hiç kök salamamıştır senin ana resminde. Çünkü için o kadar bölünmüştür ki, dışarısı da paramparça olmuştur ve sen ne içinde, ne dışında hiçbir yerde kendini varoluşa ait hissedemiyorsundur, o yüzden de kendi bütünlüğün çemberin kadar bencilsindir. Çünkü gücün ancak bu kadar bütün olmaya yetiyordur ve geri kalan her şey senin için görünmez, anlaşılmaz, yaklaşırsa da sadece bir tehdittir.
Ama anlayabiliyorum, çünkü doğduğun anda bile böyleydin. Taa en başta biyolojin bile böyle çalışıyordu, genlerine kadar işlemişti bu. Neden hasta oluyorsun? Bedenin neden kendini savunma ihtiyacı duyuyor? Neden dışarısı tehditlerle dolu ve sen savunma mekanizmaları oluşturuyorsun? Çünkü yeni doğdun, ve bildiğin tek dünya burası ve var olman gerek. Yaşama isteği, var olma isteği. Bakıldığında aslında savunma hücrelerin de bedenine giren kendinden başka varlıkları yok etmeye çalışıyor. Sırf senin bütünlüğünü devam ettirebilmek, sürekli olabilmek için. Hücrelerin böyle çalışırken ve bu bilgiler bu kadar gömülüyken derinlerde senin zihninin de böyle savunmada olması ve hep tehdit algılaması çok normal değil mi?
O zaman böyle bir eylem dürtüsü doğuştan gelen köklerimizde var olan bir şey.
Dünyaya baktığımızda, doğada vahşi ortamda hayvanların kendileri ve ailesi için diğer hayvanları nasıl öldürdüğünü ve yediğini görüyoruz. Her bir yaşayan varlık yaşam enerjisini sürdürebilmek için başka enerjilerden beslenmek zorunda. Birbirlerini yiyerek, ya da besleyerek diyelim, birbirinin içine geçişen bir manzara var ortada. Aslında bakıldığında ölümün çok doğal olduğu bu hayatta öldürmenin yanlış olduğu düşüncesi hangi noktada geliyor? Doğal olan ne zaman doğallığını kaybediyor ve doğal olan ölüm birden cinayete dönüşüyor? Hakkımız olduğunu düşündüklerimiz ne zaman hakkımız olmuyor? Ne zaman sınırı aşmış oluyor ve kendi hakkımız için gerçekleştirdiğimiz tepkiler aslında bir başkasının hakkına girmiş oluyor? Bunun yargılamasını nasıl yapabiliriz?
Düşünüyorum ve aklıma gelen şeyler şimdilik şöyle. Eğer ki ölüm kaçınılmazsa, ve bir gün herkesin başına gelecekse, ve doğal bir döngünün parçası ise eğer, ölümün kendisi kötü bir şey değil ama ölümü kötü gösteren şey onun hakkını da verememek. Çünkü her ölüm bir başlangıcı bir doğumu getirebilmeli. Doğada hiçbir hayvan zevk için öldürmüyor. Kendi hakkı olduğunu düşündüğü canı ve kendine verilen yaşamının sürekliliği için kendi yaşamının canının hakkını verebilmek için öldürüyor. Çünkü kendi de değerli. Kendi yaşamı ve her günü doğurabilmesi için öldürmek zorunda. Bugün öldürüyor çünkü yarın doğmaya devam etmek zorunda. Çünkü kendine verilen canın sorumluluğunu taşıması gerekiyor. Bilmiyorum, bir aslana sormak gerek.. Sadece acıktığı için mi yoksa yaşamaya devam edebilmek için mi öldürüp yiyor? Yemesi gerektiğini, bunun için öldürmesi gerektiğini nereden biliyor? Belki de öldürmek onun için bu kadar doğal bir eylem, normal bir şey. Sadece gerekli olduğu için.
Oysa zevk için öldürdüğünde nasıl o ölüm haklı olabilir ki? Bir zevki doyurmak nasıl haklı olabilir ki? Bir zevkin sürdürülme ihtiyacı nasıl haklı olabilir ki? Bir ölüme saygısızlık ancak ölümün haklı bir şeye hizmet etmemesiyle ve bir doğumu getirmemesiyle olabilir. Çünkü ölümler doğumlar için vardır. Bitişler başlangıçlar için vardır. Güneşe battığında yarın doğmamasını söylersen bu kıyamettir dünya için. İşte bu kıyamet de cinayettir. Haksız olan her ölüm gibi. Doğal olmayan, farkındasız her ölüm gibi. Aklıma izlediğim bir film geldi. Avatar. Oradaki halk yiyecek için avlandığında, öldürmeden önce avlarını dua edip o cana teşekkürlerini şükranlarını saygılarını sunuyorlardı çünkü ölümleri boşuna değildi onlar için. Belki de sadece bitki yemelilerdi aslında o da ayrı bir durum..
Oysa biz insanlar zevk için spor olsun diye bile öldürüyoruz. Keyif verdiği için sözde.. İhtiyacımız olmadığı halde öldürebiliyor olmak aslında bizim ne kadar umursamaz olduğumuzu da gösteriyor. Sırf ayağının dibinde böcek gördü diye onu öldürmenin normal olduğunu düşünen insanlar var. Ya da korktuğu için tehdit olarak gördüğü için etrafındaki canlıları yok etmenin hakkı olduğuna inanan insanlar var. Ya da güzel bulduğu için onu sahiplenmek için dalından çiçeği koparan insanlar var. Güçsüz hissetmemek için kendinden küçükleri ezmenin yaşam mücadelesi için hakkı olduğunu sananlar var. Bütün bunlar neden var? Kimi için tehdit, kimi için zevk, kimi için güç kimi için farkında bile olmadığı normal sandığı bir şey. Hepsi de aslında kendini bütünden ayırdığı ve her şeyi kendinden ayrı gördüğü için. Ya çemberinin içindesin ve dostsun ya da dışındasın ve düşmansın, ya da değersizsin. Eğer ben bu kadar bütünden ana resimden kopabiliyorsam o zaman aramızdaki bütün bağları da yok sayabilir ve istersem kopartabilirim demek bu. Ve bu saydıklarım sadece işin öldürme kısmı içindi. Bir de öldürmese de eziyet edenler, şiddet gösterenler, zarar verenler var. Bunların hepsi fiziksel olmak zorunda da değil. Bazıları sözlü, duygusal, zihinsel de olabilir. Birinin sınırlarını geçip taştığın her eylem, söz, mana, düşünce saldırı olabilir. Aynı dans ederken uyumsuzluktan karşındakinin ayağına basman gibi. Olduğun yerde bulunmadığın orada bütünün içinde kaybolduğun için bütün tepkilerinin da farkındalıksız olması durumu aslında. Ve sen ne kadar şiddet eğilimli bir zihne sahipsen farkında olmadığın her anda aslında her hareketin şiddet uyguluyordur sen farkında olmasan da. Tepki olarak yansıttığın her eylem, her söz, duygu farkında olmadığında şiddet saçıyor olabilir.
Ahimsa maddesi aslında özümüzdeki en yaygın ve doğuştan gelen bir tepkiyi kontrol etmemizi istiyor. Çünkü bunu kontrol edebilirsen aslında sen tepkilerini kontrol etmeyi de öğreneceksin. Ve tepkilerini kontrol edebilmen de senin etki-tepki durumunu, bütünün içindeki her şeyle uyumunu ve de kendi içindeki uyumunu da güçlendirecektir. Tek haklının sen olmadığını, herkesin bir hakkı olduğunu ve herkesin kendi hakkına ve başkalarının da hakkına saygı ve şükran duyması gerektiğini öğreneceksin. Hem kendi hakkını, sınırlarını bilecek hem de başkalarının hakkını ve sınırlarını bilecek, farkında olacak ve saygı duyacaksın, zarar vermeyeceksin.
Bütünün parçası olduğunu, bir olduğunu bilmek, öyle hissetmek ve bir zerreyi bile ayrıştırmamak her şeyle dengede olmanı uyumlu olmanı sağlayacak. Ve sen böyle iken nasıl şiddet uygularsın ki? Her şeye saygı ve şükran duyduğun bir yerde sadece şefkat vardır, şiddet değil. Şiddetsizlik seni şefkatli olmaya götürecektir.
Bunların hepsi aslında bence bizim 4. Çakramız olan kalp çakramızın doğru çalışması ile alakalı. Kendimiz ve başkaları ile kurduğumuz köprüler bağların sağlıklı olması ile ilgili.
Ayrıca kendi içimizde de kurabildiğimiz iç denge ve kendimizle olan bağımızla da alakalı. Çünkü bunu kuramadığımız zaman kendimizle bağımızı kopardığımız zaman kendimize şefkat göstermeyebiliyoruz. Bunu da kendimiz olmaktan çıkarak ve kendimize gereken özeni göstermeyerek yapıyoruz. Ve bu yüzden kendimizi görmezden geldiğimiz her an aslında başka insanların boyunduruğu altına girmemiz demek. Kendini görmezden geldiğin için başkalarının (aile, eş, dost, toplum vs..) bitmeyen arzu ve isteklerini yerine getirmeye başladıkça olumsuz duygular birikmeye başlıyor zamanla. Biriken duygular ise bir an geliyor öfkeye ve de şiddete dönüşebiliyor. Çünkü kendini sevecek kadar kendiyle bağı güçlü olmadığı için kendiyle köprü kuramadığı için duygular sıkışmaya ve bir yerde patlamaya devam ediyor. Ya o sıkışan duyguların nedenleri her ne ise onların oluşmasına engel olacaksın ve daha az birikmesini sağlayacaksın ya da duyguların birikmemesi için onların serbest bir şekilde akmasına izin vereceksin. Bunu yapmak demek de aslında kendini dinlemeye başlamak, kendine bakmaya başlamak, onunla iletişime geçmeye başlamak demek. Kendini sevmeye başlamak demek. Pişmanlıklarını, kırgınlıklarını, kızgınlıklarını ve her ne birikiyorsa ve öfkeye dönüşüyorsa hepsiyle yüzleşmek ve kabul etmek demek. O duyguların sebep olduğu her şeyi bulup kabul edebilmek, ve onları affedebilmek demek. Bunları yapmak hem birikmelerini engelleyecek, hem de kendi içinde kendinle yeni köprüler kurmanı ve kendine bağlı olmanı sağlayacak.
Ancak insanlar duygularıyla olan yüzleşmelere bu kadar sıcak bakamıyorlar bazen. Bunun birkaç nedeni olabilir. Belki de kendiyle bu şekilde yüzleşmenin kendini sevmek olduğundan bihaber olabilir. Ya da bunun zayıflık olduğuna inanıyor da olabilir. Ben kendi adıma konuşacak olursam biriken her bir duygumun farkına vardığımda bunu genelde ağlayarak atıyorum. Bazı insanlar için bu belki de bir zayıflık, dengesizlik göstergesi olabilir. Benim için ise arınmak demek.
Ve çoğu insan için duygularının farkına varmak da zor oluyor aslında. Çünkü duygunun kendisini ifade ettiği düşünceler ve eylemler içinde yaşamakla o kadar meşgul ki bunun altında yatan sebep duyguyu göremeyebiliyor.
Evet insanın hem içinde kendiyle hem dışında kalan her şey ile bağ kurması, farkında olması ve bütünün parçası olması ve o yüzden de şefkat beslemesi zor geliyor insana. Kendini sevmenin ne demek olduğunu bilmediği için kendini her şeyden ayrıştırmanın ve kendini korumanın kendini sevmek olduğunu sandığı bir dünyada herkes bir gün kurban olabilir ve şiddete maruz kalabilir. Bu korku olduğu sürece orada sevgi hep eksik kalacak. Kendini bilmezlikten…