top of page
Ara

Sonsuz ve Sınırsız bir Hayatta Bilginin Yolculuğu

  • Yazarın fotoğrafı: Hande G
    Hande G
  • 10 Oca 2020
  • 24 dakikada okunur

Başlamadan önce; yazarken benim başım döndü, okumak isteyene Allah kolaylık versin :)

Dün başka bir mevzu için düşüncelere dalmışken merak ettiğim bir şey oldu ve onu araştırmak istedim biraz. Araştırmak istediğim şey dünyanın çekirdeği idi. Sonra öğrendim ki aslında dünyanın iki tane çekirdeği varmış. Biri en içteki katı iç çekirdek, diğeri de etrafında dönen sıvı dış çekirdek. İkisi de çok sıcak ve metalden (demir ve nikel) oluşuyorlar. Ve her iki çekirdek de 2 farklı yönde döndüğü için aslında sürtünme nedeniyle ısı daha iyi korunuyor ve daha yavaş ısı kayboluyor. Ve ilginç olan bir şey daha iç çekirdek dünyadan 500 küsür milyon yıl daha gençmiş. Neden 2 tane çekirdek olduğunu Theia çarpışmasına bağlamış bilim adamları. Bundan 4.5 milyar yıl önce Dünyanın yeryüzü neredeyse eriyik halinde volkanik patlamaların çok olduğu cehennem görüntüsünü andıran bir küre şeklindeymiş. Bu döneme Hadean zamanı denmesinin nedeni de adını yunan mitolojisinde yeraltı dünyası tanrısı Hades’ten alması. Yani astrolojide de Pluto oluyor kendisi benim anladığım. Pluto’nun ilk klasik yönetici gezegeninin Mars olması tesadüf değil herhalde. Koç’taki Mars aslında eril özellikli olduğundan dışarı yönelen bir Mars ifade ederken aslında Pluto’nun Mars’ı dişil olduğundan eril gibi merkezkaç değil, merkeze toplanan birleştiren ve içe yönelen ters yönde bir Mars özelliğidir. Dünya'nın o zamanki halinin aslında ateşli bir sıvı kütlesi gibi olması Pluto’yu anlatıyor sanki. İçinde hareketin ve ateşin olduğu ve bir araya toplanmış içinde kaotik bir şekilde hareket barındıran bir sıvı gibi. Ve biliyor ki bu ateş bir zaman sonra soğumaya başlayacak, aynı Mars gezegeninin başına geldiği ve 4 milyar yıl önce soğuduğu ve katılaştığı gibi. Bu dünya nasıl yaşayacağını bilmiyor belki de. Oraya odaklanmış bir ateş var buradayım varım diyen ve akan, var olmaya çalışan, hayatı buraya çekmeye çalışan ama yaşam yok, atmosfer yok var ise yaşanacak gibi değil, bizim bildiğimiz anlamda. Sadece yoğun bir enerji kütlesi.

Ve Dünya’dan 500 küsür milyon yıl sonra yani 4 milyar yıl önce Güneş sisteminin dış bölgesinden bir gezegenimsi yani adı Theia olan Mars büyüklüğündeki gezegenimsi Dünya’ya çarpar. Tahminler onun kafa kafaya çarpıştığı imiş çünkü araştırmalar sonucu bilim adamları varsayıyor ki bu çarpışma sonucu Dünya ve Theia bir füzyon patlaması ile iç içe geçiyor ve belirli bir parçası da bu karışımdan koparak şimdiki Ay’ı oluşturuyor. Aslında füzyon patlaması çok mantıklı çünkü zaten dünyanın o zamandaki halindeki ateşin varlığı da aslında havanın yanmasından değil daha yoğun ve güçlü bir enerji ortaya çıkartan nükleer tepkimelerin olduğu bir nükleer enerji patlaması ve ortaya çıkan ısı ve ışık.

Ben şu ana kadar Ay’ın Dünya’nın bir meteor-gezegenimsi ile çarpışma sonucunda oluşan kopan bir parçası olduğu fikrini duymuştum ama çok üstünde durmamıştım, es geçmiştim. Şimdi ise bu bilgiyi bu şekilde aldığımda olaya çok başka bakıyorum, kafamda şimşekler çaktı.

Gördüğüm manzara şu. Pluto küllerinden nasıl doğmuş. Öleceğini fark eden Pluto küllerinden doğmak için nasıl ölerek yeni bir yaşama adım atmış. Diyorum çünkü bariz ki, dünya aslında bir Pluto gibiymiş. Mars gezegeninin kaderini yaşayacağı bariz iken ve vakti geldiğinde o ateş enerjisi söndüğünde öleceğini biliyorken şans mı yoksa kendi mi çekti bilemem, onu düşüneceğim, o ateşin sönmemesini sağlayacak bir kaynağa rastladı. Theia denen başka bir dünya taa uzaklardan sen gel ona çarp. Rastlantının böylesi. Kader mi tesadüf mü bilemem. Her şeyin bir nedeni var mı düşündürüyor. Ölmekte olan, ateşi sönecek eski Dünyamız Theai ile kaynaşarak kendine yaşam için kaynak sağlıyor. Aynı Pluto’nun yönettiği Akrep burcu özelliği gibi. Akrepler yaşamın sonlanacağının farkında olduğundan güçlerini ve yaşamlarını devam ettirmek için küllerinden yeniden doğmak için başka kaynaklar ararlar, o yüzden başkalarının kaynaklarını çok iyi fark ederler ve bulduklarında onlarla kaynaşırlar ve yeni bir güç ile birleşerek yeni bir yaşamda yeni bir kimlikle devam ederler. Dönüşüm gücü ve yeni yaşam yaratma gücü buradan gelir. İşte Dünya’nın canlanması da böyle olabilir. Dünya 4.5 milyar yıl önce doğmuştu ve kendi çapında var olup yaşıyordu ama sonu gelecekti veya yok olacak idi ya da varlığını başka bir formda yaşam türünde devam ettirecekti. Theia ile kaynaşınca simya dediğimiz şey işte, ne eski Dünya kaldı ne Theia kaldı, ikisi de öldü ama üçüncü başka bir şey yaşamaya devam etti, yeni bir DÜNYA. Theialı ve Marslı bir dünya. Ve bir de küçük Ay. Asıl hikâye bundan sonra başlıyor. Burası girişti.

Asıl hikâyenin bomba cümlesi, sorusu şu aslında. Ateş nasıl oldu da sönmemek ve yanmaya devam etmek için Su’ya tutundu. Su ile nasıl bir işbirliğine girdi. Ve onunla nasıl oldu da anlaşabildi?

Ne ilginç değil mi? Ateş ve Su’yun bu kombinasyonu nasıl da yaşam oluşturuyor. Belki de var oluşumuzu ve köklerimizi taa bu kadar öncesine giderek de araştırmalıyız. Anne ve babalarımız, akrabalarımız, atalarımız hepsi belki çok yüzeyde kalıyor. Belki de Theia ve ateşten oluşmuş o eski Dünya’ya kadar inmeliyiz.

Güneş sisteminin gezegenleri belirli uzaklıklarda sistemde iç kısımda ve dış kısımda bulunuyorlar. Her birinin farklı atomik, elementel yapıları mevcut. Ve bilinen şu ki Su dış gezenlerde bulunuyor. Aslında Dünya’mızın bulunduğu mesafede su bulunmaması gerekiyormuş. O zaman bu su nasıl geldi? Theia.

Theia sistemin dış cephesinden gelen bir gezegenimsi olarak suyu Dünya’ya getirendir. Ve Su Ateş’i böyle kurtardı :)

Aslında birbirine zıt olan Su ve Ateş’in varlığını bir arada tutan, onları birlikte olma durumunda bulunduran şey birlikteliklerinin yarattığı ortamın kendisidir. Dünya’da Ateş Hava ile var olup beslenebilirken, Su ise Toprak ile varlığını devam ettirebilir. Ve su ile ateşin bir araya gelmesi hava ve toprağın da birlikteliğine neden olmuştur. Nedenlerini kendimce açıklamaya devam edeceğim..

Theia Su getirirken aslında yanında ağır metalleri de getirmişti ki suyun zenginliği çok normal çünkü o ne bulsa toplar birleştirir. Ve Ateş ve hafif metallerden oluşan sıvı akışkan eski Dünya iç çekirdeğinde bu sıvı çekirdeği barındırırken aslında yavaş yavaş da sönmeye mahkûmdu. Theia ile kaynaştığında ise ağır metaller Dünya’nın iç çekirdeğinde yoğunlaşmaya ve iç katı çekirdeği oluşturmaya başladı. Farklı yönde dönen iç katı çekirdek ile dış sıvı çekirdek sürtünme yoluyla bir dinamo etkisi ile ısı oluşturmaya devam etti. Aslında Ateş’in ihtiyacı olan toprak da böylece su ile birlikte buraya taşınmış oldu. Su aslında ateş’i bir şekilde ihtiyacı olan toprak ile buluşturup birleştirmişti ve kendi iç ateşini sürekli olarak yaratması için olanak sağladı. Bir zaman sonra bitecek olan nükleer güçten kaynaklı enerji yaratımını sürtünme gücü ile sağlayarak farklı bir fiziksel enerji yaratma imkânı bulmuştu ve bunun için toprağı kullanabilecekti. Ateş’in kendinden ateş üretmesi için suyun akışkanlık özelliği ile toprağın taşınarak ateşe ulaşabilmesi ile suyun ortam sağladığı topraktan faydalanması ateşin canlı kalmasını sağladı. Yani ateş aslında ihtiyacı olan toprağa su gibi rahat ulaşabilmek için onun akışkanlık özelliğinden faydalandı, onun şeyleri birleştirme özelliğinden faydalandı ve istediği özellikteki toprakla da buluştu diyebiliriz. Su aslında ateşe kendi ait olan tabiatının faydalarını sunmuş oldu. Suyun topraktan iyi anlaması ve onla olan bu ilişkisi ateşin işine geliyordu. Çünkü toprak onun için güç kaynağı oluşturabilmek demekti.

Bu şekilde kendi iç ısısını oluşturan Dünya artık hem içeriden hem de dışarıdan Güneş’ten istediği ateş kaynağına ulaşıp beslenmeye devam edebilirdi. Dünya, sadece Güneş ile aslında yaşamın oluşacağı kadar ısınamazdı. Bilim adamlarının dediğine göre sadece Güneş ile belki 0 derecelerde olurdu eğer iç çekirdek olmasaydı. Bu durumda yaşam aslında dıştan değil içten kendinden de kaynak bulmuştu. Yani ateşten beslenerek yaşamak, canlılık ve yaratmak elbet gerekli, ama ateşin kendi kendini de yaratabiliyor olması kendi kendinin yaratıcısı olabilmesi devamlılığı kalıcılığı için gerekli. Kendinden kendini yaratmaya ve sürdürmeye devam etmek için kendine kaynak yaratmak zorundaydı. O kaynağın dostu da su.

Dünya yine de çok yavaş soğumaya devam ediyordu, ama önünde çok da zaman vardı. Ve katılaştıkça ve soğudukça toprağın katmanları ile sıcaktan soğuğa geçen bir küre olarak, en dış tabakası daha soğuk bir katmandı. Burada aslında farklı ısı tabakalarını ifade etmek istedim. Topraktan oluşan kürenin aslında her tabakası farklı bir ateş seviyesine ısı ifadesiyle sahip. Şimdi burada bir geçiş yapıp düne dönüyorum.

Ben merak ettikçe Theia’yı ve dünyanın çekirdeğini, gece en son bir kısa belgesel izledim. Belgeselde dünyanın çekirdeğine doğru bir yolculuk vardı. Ve indikçe her katmanda neler olduğunu gösteriyordu. Bizler dış yüzeyde yaşam bulmuşken, yaşam aşağıya indikçe de devam ediyordu. Ya yaşam devam ediyordu, ya da yaşamın kalıntıları ve izleri. Her tabaka başka bir yaşam ifadesi idi. Her bir tabaka farklı bir ısı ile ateşe sahipti. İndikçe artan ısılarda da toprağın derinliklerinde yaşayan canlılar da vardı. Ve tabi başka katmanların canlılarının cesetlerinin izleri de. Yani demek istediğim Dünya yaşamaya kendi iç ateşini koruma altına aldıktan sonra başlamıştı yeniden. Ve dünyanın her yeri de canlıydı. Ve her yeri başka bir ısıda idi. En üst katman daha soğuk, en içerisi en sıcak, aralar tabaka tabaka değişen ısılarda. Ateş’in değişen halleri başka başka hallerde bir yaşam dünyası yaratıyordu dünyanın içinde de. Aslında bir dünya içinde nice ayrı dünyalar gibi.

Su ateşe var olabileceği bir kaynak, alan sunmuştu. Ateş de aslında suya toprak ile ve de kendinin farklı derecelerde ısıları ile farklı dünyalar yaratma imkânı sunmuştu. Belki Theia’da yaşam vardı ya da yoktu onu bilemem, ama bu dünyada yaşam çok farklı hallerde ateş ile de birleşince yeni yeni dünyalar şeklinde varlığını sürdürüyordu. Ve ateş aslında o yoğun nükleer tepkimeleri ile yüksek bir enerji, güce sahip iken bir sonu vardı elbet ve bitecekti. Ama su ve toprak ile işbirliği sayesinde belki enerjisini değiştirmek, azaltmak zorunda da kalsa kendi yanmaya devam edebilecekti ve belki de bu ateşin kendi gücünden azaltabilmeyi öğrenmesi işbirliğine girmesini sağladı. Suyun ve toprağın onu yaşatması gibi onu baskılaması da onu işbirliğine sokuyordu demek ki. Her şeyi yakıp yıkmak ve sadece tüketmek yerine gücünü dengeleyerek ve enerjisini başka bir elemente de onu da var ederek verebilmesi onun karşılıklı alışverişi yapabileceği anlamına geliyor. Beraber var olmayı öğrenmek için ilk adımlar.

Aslında toprağın ve suyun yaşam yaratma gibi bir derdi olduğunu sanmıyorum. Zaten astrolojide de toprak soğuk ve kuru, su da soğuk ve nemli tabiattadır ve ikisinin de ısı, ışık gücüne, o enerjiye ihtiyaçları yoktur. Dişil olduklarından pasif olarak sonsuza kadar bekleyebilir ve durabilirler.

Bence su için olmak ya da olmamak da çok da önemli değil. Çünkü o zaten her şey olabileceğini biliyor. O sonsuz bir potansiyel gibi. O her forma girebilir, her şekli tezahür ettirebilir ve sonsuz potansiyelde forma bürünme yeteneği var. O kadar esnek ve değişken olabilme gücünde. Bu değişkenlik içinde sonsuza kadar formlara girmekle ve olmakla, hiç birini aslında var etmemek arasında onun için fark yok. Çünkü sonsuza kadar hiçlik ile sonsuza kadar varlıkların formların oluşması, değişmesi ve ifade bulması arasında hiçbir fark yok onun için. Çünkü hiçbir form kalıcı değil ve böyle bir esneklik aslında sonsuz form yaratma yeteneği verirken kendine de sonsuz bir formsuzluk ve şekilsizlik karakteri veriyor. Bir karaktere girmenin ne anlamı var ki diyor, kendi iç sesim, benim anladığım. Yani olmak ya da olmamak, sonsuza kadar karanlıklarda bir potansiyel olarak kalmak ya da aydınlığa çıkıp bir form olarak görünmek arasında hiçbir fark yok, çünkü hepsi geldiği gibi geçiyor ve hiçbir form ya da formsuzluk kalıcı değil. Sonsuzluğu bile kalıcı değil, her an geçiciliğe doğru geçebilir ve var olması ve bir şekil sunması da kalıcı değil her an değişebilir. Yaşamak ya da yaşamamak aynı, daha doğrusu bir farkı yok belki de. Bu kadar potansiyellerle dolu ve yetenekli suyun atıllığı böyle bir şey işte. Olsa da olur, olmasa da olur. Zaten ne zaman istersem yapabilirim ki. Belki de kendine olan sonsuz inancın yarattığı bir tembellik bu. Ya da ne için, neden yapayım ki olgusu. O yüzden aslında su o kadar başıboş ve Ay’ın uydu olması gibi kendine bir yörünge çizmek ve ben diyeceği bir eğilimde bulunma ihtiyacı hissetmiyor bile.

Suyun bu forma girme ihtiyacında olmaması kadar Ateş de tam zıttı aslında. Çünkü o, o kadar kurudur ki, hiç esnek olamaz su gibi. Kati ve net olması gerekir. Bir ışık gibi olabildiğine düz, kırılmadan yolundan şaşmamalı, bir ateş gibi alevleri önüne ne gelse yakmalı ayırt etmeden fikir değiştirmeden, kıvırmadan. Bu budur, şu şudur katılığında. O yüzden Ateş için var olmak demek kendi olmaya devam edebilmek demek, yani sonsuza kadar yanabilmeli. Ya vardır ya yoktur. Ya hep ya hiç gibi. Olmalıyım, ben varım ve buradayım der Ateş. Sönene kadar ateş ne ise o olmaya devam eder. Gücü azalır ama formu hep aynıdır. Bir toprağa elle şekil vermek, bir suya şekil vermek ve taşımak, ya da bir havanın yoluna şekil vermek ve yönlendirmek daha kolaydır, manipüle edebilirsin. Ama ateşin nasıl yanacağını değiştirmek istersen tek yapacağın onu söndürmektir, gücünü kesmektir, alevlerine dokunup elinle şekillendiremezsin, sadece belki hava ile beslenme şekline gücünü azaltarak yönünü manipüle edebilirsin. O yüzden ateş için olmak ya da olmamak vardır sadece. Var ise vardır ve ne olduğu belli ve kesindir, o kadar nettir, değişmez kaidelidir.

İşte suyun hedefsizliği ateş ile buluştuğunda belki de su için fark etmediğinden ne yapacağı ateşin yönlendirmesi suyu şekillendirir. Ateşin hedefleri yönelimleri suyun yolunu netleştirir. Ateş suyu böyle yönetir. Ona direk dokunamasa da onun yeteneklerini kullanmayı iyi bilir ve kendi faydasına suyu kullanabilir. Çünkü kendi yapamadığı şeyleri su yapabilir ve su için ne olduğunun önemi yoktur o sadece ne varsa onu oradan oraya taşır. Aslında su ateşin katı maddeler dünyasındaki form bilgisine ulaşmanın yolunu su aracılığı ile yapıyordur.

Toprağın katı formu ve oluşturduğu şekiller, formlar suyun toprağı besleyerek onları bir araya getirmesi ile oluşabiliyor. Ama bu şekiller bir form bir bilgi de olsa, bir yaşam ve var olma şekli de olsa suyun bunu belirli hedeflerle ve yönelimlerle yapmadığı kesin. Hatta her şey tesadüfi bir bulamaç formu bile olabilir. Belli bir amaçla bir şey oluşturmak değil sadece orada olan ne ise onları birbirine tutturmak ve yapıştırmak ve yeni kombinasyonlar yaratmak. O sadece kendi özelliğini toprağa taşıyor. Uzayda bir sürü belki de göktaşları, gezegenimsiler var, ama yaşam barındırmıyorlar. En azından bizim anladığımız şekilde daha kompleks yaşam formları ve dünyalar barındırmıyorlar. Çünkü ne bir atmosferleri ve havaları var, ne de ısıya sahipler ya da bir iç çekirdekleri var. Bir manyetik alanları bile yok onları koruyan. Böyle bir alan yaratamamasının nedeni suyun yaşatmak gibi bir hedefinin varlığı sürdürme gibi bir amacının olmaması. O sadece yetenekli ve her formu oluşturabilecek ve her şeyi kabul edebilecek bir esneklikte ve o an nerede ise onunla etkileşim halinde, yoksa pasif ve edilgen. Bir yönelim, bir var olma şekli ve isteği, bir amaç ve yaratma dürtüsü olmadığı sürece ki bunlar hep aktif ve etken özellikler, su için dünyalar varmış yokmuş sorun değil. Oysa bir ateş için var olup olmadığı çok önemli, çünkü yok olma tehlikesi var. Ve su gibi sonsuzluktan tekrar var olamaz, o yüzden her ne ise onu devam ettirmek zorunda, olduğu yer ne ise onu yaşatmak ve canlı tutmak zorunda. Taşıdığı form, bilgi her ne ise onu o yaşam halinde var etme derdinde (tabi ateş düşünmüyor bunu tabiatı bu). O yüzden onlarca binlerce forma ihtiyacı yok ondan ona geçebileceği, o yüzden su gibi esnek değil ve olmaması da gerekir, olduğu hali, o anı koruyabilmesi ve sürdürmesi ve o şeyi bozmadan sürekli tanıyor biliyor olması gerekir. Yani aslında formun bilginin sürekliliği, devamlılığı gerekir, o anda yüksek bir konsantrasyon, odaklanma ve olana hedeflenme gerekir. Ateşin doğası böyledir. İşte belki de bundan eski Dünya ile Theia buluştuğunda dünya ve ateş suya bir hedef, amaç sundu ve su da tabiatı gereği ateşi bulduğu yerde toprakla bir arada ateşin her katmanına uygun formlar ve şekiller oluşturdu.

Dünyanın alt tabakalarında farklı yaşamlar, üst tabakalarında farklı yaşamlar oldu. Zamanla soğuyan gezegende zamanla farklı formlar oluştu ve hala oluşuyor. Ateşin varlığı ile su yaşam fışkırttı diyebiliriz, ikisi de toprağı kullanarak bunu yaptı. Ama bir de şu var ki, şu anki dünyamızda ateşin yanması için hava da gerekiyor. Belki de su içinde yaşayan organizmalar formlar oluşturdukça yaşam sudan havaya geçti. Ama düşünüyorum da hava ve atmosfer nasıl oluştu ve yaşama olanak sağladı?

En katıdan en soyuta geçişte baktığımızda topraktan suya geçiş var iken, suyun toprakla ilişki belki de topraktan geçerek gelmiş olmasındandır. Suyun bir amacı olmadığı sürece toprağa sızmaya devam edebilir. Ama ateş olduğunda suyun direk ateş formuna geçiş yapması zor, ona direk temas edemez. O yüzden bir ara katman element daha gerekli ateşle suyun ortada buluşabileceği. Bu da hava elementi olabilir. Yani aslında toprağın sudan sonraki bir tık daha hızlı ve hafif hali. Toprak ne kadar katı iken su biraz daha hızlı ve esnek ve değişken olabilirken, hava daha da akışkan ve formsuzluğa doğru gidiyor, çünkü bulunduğu her yerin formuna girebilir, o kadar değişken ve hafif. Su ise belki ateşin yokluğunda toprakla bir arada bulunabilirken ve yönelimi doğal olarak toprak iken, ateş ile buluştuğunda ona var olma hedefi ve bir yön sunduğundan, ya da yaşam için bir form oluşturmaya yönlendirdiğinden suyun her şey olabilme özelliği mi desem belki de ondandır, buharlaşması ve daha da soyutlaşması için hava çok ideal ve gerekli. Ateşin su ile iletişimi sağlaması için havaya ihtiyacı var. Çünkü ateş ile suyun hava ortamında iletişim kurabilmek ve iki elementin ortada bulaşabileceği ve anlaşabileceği bir köprü oluşturmak istiyor olabilirler mi? Ve bunun için suya temas etmesi ve kendinde var olan form bilgisini suya aktarması ve de tam tersi yönde de ayrıca gerekiyor olabilir mi? Olabilir. Su ateş sayesinde hareketlenip yukarı da yönelebileceğini gördüğünde havaya da sızmak isteyecektir. Nasıl toprağa sızıyorsa havaya da sızabilir su buhar olup. O yüzden belki de su nasıl toprağa şekil veriyorsa istediğinde, isterse havaya da verebilir, yeter ki istesin. Aslında çift iç çekirdeği sayesinde manyetik alan oluşturma gücü artan dünya için atmosfer oluşturup havayı saklamak daha kolaydı. Belki de tek gereken manyetik çatının altındaki boşluğu istenilen enerji kalitesinde oluşturmak.

Hava aslında su ve ateşin birleşiminden oluşan hibrit bir elemet gibi. Normalde bir araya gelemeyecek ve bir arada bulunamayacak ve iletişim kuramayacak bu iki element birbirine rastladığı sürece ve var olmayı becerebildiği sürece arada bir köprü olabilir. Yoksa uzay boşluğunda, çoğu gezegende ve meteorlarda ve bilimum ne var ise hangilerinde ne kadar hava var, var ise ne kadar ortak alan işlevi görüp su ile ateşi buluşturabiliyor ve iletişim alanı görevi oluşturabiliyor.

Bu anlamda bakıldığında aslında hava, tüm zıtlıkların buluşma noktası ve hava da ne sadece su gibi aşağı, içeri yönelmeye, ne de ateş gibi yukarı, dışarı yönelmeye meğilli, Tam da ortada, her yöne gidebilir, sağı solu belli olmaz, herkese uyar. Astrolojide de hava elementi gezegeni Merkür o yüzden cinsiyetsizdir, nötrdür. Kimle beraberse ona uyar.

Ve bir atmosferimiz, kontrol altında duran bir hava kütlemiz olduğu sürece, ateş su ile burada nasıl buluşabilir. Hallerinin en bükülmüş ve güçlerinin en azalmış durumunda, orta noktayı bularak kendi formlarından dönüşüm sağlayıp yeni bir halde birbirlerine ulaşabilirler. Su toprağa meğillilikten, tabiatının rahatlık gösterdiği yerden uzaklaşıp ateşin yönlendirmesine uyduğu için kendini ateşe yaklaşabileceği başka elementlerde başka bir varoluş formunda yaratabilir ve orada havada buhar olup enerjisini ateşle arttırarak hızlanıp ona yaklaşabilir, varlığından ödün vermeden bir üst elemente geçebilir. Ateş ise nice nükleer enerjilerden geçip gücünü azaltıp dünyada suyla buluşmak adına daha da kendini suyla büküp esneyebilir, gücünü azaltabilir ve iç çekirdekte nükleer enerjiden fiziksel enerjiye geçtiği gibi daha da düşüp atmosferde havada tüm enerjisini azaltarak süzülebilir ve daha düşük enerjili bir ışık ve ısı haline gelebilir. Atmosferdeki hava ateşi öyle bükebilir ki güneşten gelen ışınlar da bundan etkilenir, dünyanın içeriden gelen ısı dereceleri de topraktan da geçerek. Ve belki de atmosfer yani hava öylesine ateşi tutar ki, güneşi gördüğü yüzünde ışınları tutabilir ve masmavi gökyüzü ile gündüzü oluşturabilir, göremediğinde ise şeffaf olduğundan geceleri. Su ise havada değişen ısı sayesinde gezmeye devam eder. Belki de suyun ateşle anlaşmasının en renkli anları havadaki suyun ışıkla buluşmasında oluşan gökkuşakları ve oluşan renkler. Ateşin ısıdaki gibi ışıkta da farklı frekanstaki renk geçişleri. Ateş bu şekilde su ile ifadesini güçten ve o yoğun enerjiden bu renklere kadar geçirebilir ve ışık her türlü yaşama sahne olup gösterebilir. Su ise bu yaşamın oluşmasına olanak sağlayandır, hem de ateşin bu hallerine uyarak her türlü hale uygun yaratıcılıkta o da kendini ifade eder. Beraber aslında her hallerde yaratıcı yeni haller tezahür ettirebilirler, ortak çalıştıklarında.

İlk hava nasıl oluştu, ya da neden oksijen gerekti, buna kim karar verdi, suda neden yaşam bunu üretti ve atmosfere saldı, bu geçişler ve yönlenmeler nasıl gelişti bu kaç milyar yıllık bir hikâye. Tek sorum sadece bu yaratım süreci bu yaratıcılık zekâsı nasıl yeni şartlara uydu, ya da şartları yaratıp da mı yaşamlar geliştirdi, bu incelik nereden? Bu cesaret nereden?

Sulardan yaşamı karalara ve havalara taşıyabilme ve yaşamı ölümlerden yeni yaşamlara taşıyabilme yaratıcılığı, inceliği, sanatı ve cesaretinden bahsediyorum. Ve öyle bir sistem ki, kendi ortak hava alanlarını ve iletişim kanallarını oluşturabilen ve kendilerine alan yaratan bir zekâ. Ve devamlı büyümeye ve her seferinde olduğu yere sığamayıp daha da büyümeye ve kendi küllerinden yeni yaşamlar dünyalar fışkırtmaya devam eden bir zekâ. Bu daha nerelere kadar uzanır bilmiyorum. Ben göremem zaten… Tüm bu elementler aslında canlanıp var olma şeklini birliktelikleri ile oluştururken aslında kendilerine topraktan o maddeden katılıktan o saf enerjik hale uzanan bir yaşam yolu çiziyorlar. Ve adım adım basamak basamak her birini öğrenerek bir sonraki ile uyumlanarak ve anlaşarak daha da soyutlaşıyorlar. Havadan sonra ne var?

Hava artık zıtlıkların farklılıkların köprüler oluşturularak öğrenildiği, zıtlıkların benzerlik alanlarında buluşarak birbirlerini zenginleştirdiği ve yaratıcılığın arttığı alan. Çünkü kendi gücünden veriyor da olsan, kendini büküyor ve belki azaltıyor belki tabiatına aykırı zorluyorken aslında karşındaki zıtlarınla onların da aynı şekilde davranmasıyla birlikte ödün verilen güçler ortak alanda birleşiyor ve yaratıcılık enerjisine dönüşüyor, herkesin hayrına olması için. Aslında çok bilindik bu kadar basit bir şey anlaşmak. Ateş cayır cayır yanabilecekken neden havaya muhtaç hale gelsin ve kendini zayıflatsın, ya da su neden su gibi rahat akışkan iken kendini havanın içinde buhar edip dağıtsın, yayılsın, yok olmaya göz yumsun. Ya da rahatı yerinde iken olsa da olmasa da olur derken bunca zahmete girip ateşi takip etsin, tüm sonsuz yönlerden vazgeçip bir yöne razı olsun, oraya sabitlensin.

Belki su hakkında bir şey daha yazmalıyım. Onun tembel olduğunu söyledim ama şöyle bir şey var ki, suyun mantığı aslında potansiyelinin içindeki her şeyin yine potansiyele dönüşmesi, bu yüzden aslında yaratma yeteneğini sürekli ve değişmez kalıcı tutamıyor. Onun sabitleme sorunu var. Belki aslında o yüzden yaratmak istese de o kadar hızlı ki, olduğu gibi bitiyor ve yine bütüne karışıyor. Farklılaştırdığı bütün yaratıcı orijinal anlık şeyler aslında formunu anında kaybettiği için yaratıcılık anlamsız bir hale gelebiliyor. Ateş ise formu korumayı ve sabitlemeyi onu o anda tutmayı becerse de o da neyi tutacağına karar veren değil, onun da malzemeye ihtiyacı var. Potansiyel enerji kaynağı bulamazsa neyin kinetiğini yaşatacak ve var edecek ki? Ateş için yaratıcılık ifadesinden ziyade yaratma hevesi var diyebilirim. O yaratma iradesine sahip, ver ona o malzemeyi o yapsın hemen. Eyleme geçirip oldursun. Ol desin olsun. Ama ne olsun? İşte o yüzden ateş de tek başına yaratıcı değil. Ama Ateş ve su beraber yaratıcı. Eril ve dişil beraber yaratıcı. Toprak ve Hava ise Su ve Ateş’in bir araya gelmesine aracı, ortak alan, bir ev gibi, beraber yaşayabilecekleri içinde her tür malzemenin olduğu bir mutfak, bir oturma alanı vs gibi. İster yemek pişir, ister otur iletişim kur, ister tv izle, her ne yaşamak istersen yaşa.

Yaratıcı zekâdan anladığım ise şu.

Yaratmak için esneklik şart. Değişliklere ve orijinalliklere açık olmak gerek. O an elinde olan bilginde olan her ne malzemen var ise, onları kabul edip onları her türlü kullanmaya razı olmak ve her birini efektif kullanabilmek demek. Yaratıcılık için en önemli unsur kullanacaklarını iyi kombine edebilmektir. Her yaptığında bir şey öğrenebiliyorsan ve her seferinde bundan yeni bir şey çıkartıp onu da bir sonrakine katabiliyor ve geliştirebiliyorsan ve anlamlı bir şekilde dokuyarak büyütebiliyorsan o zaman öğrenen bir yaratıcılığın olur. Öğrendiğin sürece yaratıcılık devam eder. Ve yeni fikirlere de ulaşmak daha kolay olur.

Şimdi yaratıcı düşünmeyi biraz daha açarsam;

Aslında düşünmek de bir hava elementi ve demiştim ki aslında hibrit gibi. Yani aslında hem ateşi hem de suyu kullanabilir. Eğer yaratıcı bir dünya yaratmak istiyorsan o zaman ikisini buluşturup konuşturabilmen gerek. Dişil zihin ile eril zihni beraber ortak kullanarak düşünürsen çok yaratıcı olabilirsin. İkisinin de üstün yanlarını güçlerini birleştirmen gerek. Bunun için ikisinin de özelliklerine bakalım.

Dişil zihin:

Su gibi her ne varsa ortamda onları birleştiren çorba yapan zihin. Bir şeye baktığında aslında bütünü gören diyebiliriz. Çünkü kendisi tekilleri değil, içerikleri değil, onların bütünsel halini görür, onları kompleks görür, teklerin bütünlüğü onun için yine bir tektir. Ve her şeyi birbirine bağlayarak yeni oluşumlar şekiller yaratabilir.

Eril zihin:

Ateş gibi her ne varsa ortamda onları ayrıştıran ve tekilleştiren zihin. Bir şeye baktığında onun nelerden oluştuğunu, kaç taneden oluştuğunu, hangi farklılıklardan ve gruplardan oluştuğunu görür. Hemen oradaki şeyi kategorize eder, benzerleri bir araya toplar, kümeler yaratır ve her bir kümeyi kendine has olarak da yine farklı görür, sonra da her farklı olan bu şeyleri ard arda dizer, sıralar, sayar ölçer istatistik tutar, her manada tüm ayrıntılarına ve farklılıklarına kadar detayına kadar iner, tüm dikkatiyle inceldikçe incelterek her inceliğini farklılaştırarak deler, ayırır.

Örnek verirsek:

Bir kek yaptığını hayal et. Un, şeker, yumurta, süt, kabartma tozu, kuru üzümler, bir de ceviz parçaları olsun. İçerik hepsi birbirinden farklı. Bunların hepsi büyük bir kabın içinde yan yana dursun. Ve sonra bir şekilde hayali olarak bunların suyla birleştiğini düşün, gerçi keke su konmaz ama öyle bir şey işte. Bunların su ile bir araya geldiğini ve birbirinin içine geçtiği hayal et. Sonra dişile soralım burada ne var diye. Diyeceği şey bir kap dolusu içinde çok da önemli mi bilemediğim ne olduğunu tam da bilemediğim bir bulamaç. Böyle der çünkü dişil bunu gerçekleştirirken hiçbir yön duygusu olmadan tesadüfi şekilde bunları kombinler, o sadece kompleks olanı bir tane olarak görüp onu bütüne tamamlar. O sadece bir bütün bulamaç görür. Ortada içinde zenginliğin olduğu bir bütün kap bulamaç vardır, o kadar.

Sonra eril gelir ve sorarız burada ne var diye. O da bakar, der ki, tanımlayamıyorum. Biraz incelemem gerek. Kanıt bulmak için hemen tadına bakar, şeker var der, gözleriyle iyice inceler kuru üzümleri görür içinde, hatta belki aralarındaki mesafeyi bile ölçer, boyutlarını bile ayırır, rengine bakıp yumurta da var der, koklar aromasını söyler vs. Sonra da derki içinde bunlar var, oranlarını bilmiyorum, çok da netleştiremiyorum. Bu sefer tutar ateşle onu pişirir. Sonra da derki şimdi sorarsan cevap verebilirim. Bu şey bir kek der. Artık içeriği teker teker her ne ise, bütün olarak da ayrıca bir kek olmuştur, bir kek olarak sabitlenmiştir. Yani aslında suyun yarattığı bulamaç tesadüfi yaratıcı kombinasyon onun için bir anlamsız şekilsiz işe yaramayan bir bütün iken, ateş ona pişirme ile sabitlenip kalacağı bir form ve tanım verebilir. Ve sonra da keki dilimleyip her dilimin de farklı olduğunu, her üzümün dağılım oranlarını vs bulabilir. Ve buradan hiç bir dilimin aynı olmadığını, ve bir zamanlar bir bütün olarak tanımladığı kekin her bir parçasını farklı görmeye başlar.

Ama tabi her zaman her bulamaç kek olmayabilir. Eğer dişil zihin, bir yönlendirme ile tarife göre bulamaç yaptıysa ve eril zihinden faydalandıysa o zaman eril de pişirince onun kek olacağını bilir.

Olayı aşureye de çorbaya da uygulayabiliriz. Ya da her türlü şeye. Dişi amaçlı (yönlendirme alıyorsa) ya da amaçsız şeyleri bir araya getirir, zenginlikleri birbirine buluşturur ve eril de bu oluşan bütünü sabitleyerek çoğullardan bir tekil yaratıcılık oluşturabilir. Beraber dişil ve eril zihin çalışırsa dişil hangi malzemeleri kullanacağını bilebilir, eril de ona destek olup oluşturulacak yaratıcılığın gerçekleşmesini sağlayabilir.

Kısacası dişil zihin bulduğu şeyleri bir arada bir bütün gibi algılarken ve hep benzerlik olgusuna ve bütünleşme olgusuna giderken, eril zihin ya o bütünlüğü tekile çevirip daha büyük bir bütünün içinde yine farklılaştırır, ya da var olan bir bütünü parçalayıp içindeki farklılıkları da keşfetmek isteyebilir.

Eğer var olan bir şeyi parçalayıp içindeki farklılıkları arıyorsa bunu işleyişini öğrenmek için yapması onun için yararlı olur. İşleyişi mekanizmayı öğrenmek iç yüzünü keşfetmek adına farklılıklarını görmeye çalışmak bütünün zenginliğinin nereden geldiğini öğrenme isteğidir. Yaratılan bir şeyin başka bir amaçla parçalanması ise yok etmekten başka bir şeye hizmet etmez. Ve de eğer parçalamak yok etmek istiyorsa bunun nedeni dişil ile iletişimsizliği sonucu yaratılmış kendine faydası olmayan bir şeyi ortadan kaldırmak istiyor olması olabilir. Belki de dişil ile iletişimsizlik olmaması gereken yaratımların oluşmasına ve de bunların eril tarafından yok edilmek istenmesine sebep olabilir. Oysa eril enerji enerjisini gereksiz yere buna harcamak zorunda kalmamalı.

Bir şey düşündüğümüzde şeylerin farklılığını görüp bunları bir bütün olarak birleştirebilmek ve de bu farklılıkların zenginliğinden bir bütün oluşturabilmek yaratmak ve de bunu her iki zihin yapısını birlikte kullanarak yaratmak gerekiyor. Bir şeye baktığımızda sadece eleştirerek onun farklılıklarını görüp o şeyi zihnimizde parçalamakla ilgileniyorsak o zaman eril zihnimiz iş başında yok etmekle uğraşıyor. Ama ki ona bakıp yeteneği de bu olduğu için tabi ki o farklılıkları fark ederken bir de bunların bütününde bunların birlikteliğinin yarattığı orijinal bütüne bakarsak içinde hem eril hem de dişil yaratıcı zekayı keşfedebilir ve onu hem farklı hem de bütüncül, benzer bulabiliriz.

Hava elementinde her iki kutup elementin uyumlu birlikteliği her zaman çok yönlü bir zekâya sebep olur, Hem uyumlu, hem yaratıcı, hem de her anlamda faydalı.

Bir taraf eksik olduğunda, ya rahatsızlık verici farklılıklar görüp şikâyetlerle dolu bir zihinle yaşarız, ya da yaratıcılığın pırıltılarının farkında bile olmadığımız detayların güzelliğini keşfedemediğimiz her şeyin benzer olduğu sıradan kopya ya da kukla bir zihnimiz olabilir ve bir yönsüzlük duygusuyla o uyuşuklukla olsak da olur olmasak da olur zihniyetiyle yaşarız yaşamayız. Bir fark yaratsak da olur yaratmasak da olur der bütüne o her ne ise zihnimizle teslim oluruz, kabulleniriz ve pasiflikle beraber kayboluruz…

Theia’dan nerelere. Ama daha Ay’a gelemedim. Astroloji’de Ay su elementini ve duygularımızı temsil eder. Şimdi düşünün bu kendinden yeni dünyalar yaratan ve dönüşerek gelişen yaratıcı bir zeka oluşturup öğrenmeye devam ederek buluşan Su ve Ateş elementiyle giden bir dünya var. Ve hala dönüyor, büyüyor, gelişiyor, belki yaşlanıyor belki de daha genç bilmiyorum, ama deneyimler ile öğrenme devam ediyor. Yaşam formları yaratılıp zekâ artıp bilgiler artıyor iletişim öğreniliyor ve soyut alanda suyun ve ateşin bilgisi birbirine geçerek yeni bilgiler ve deneyimler yaratmaya devam ediyor. Su ve ateş her an daha da soyutta birbirine kaynaşıyor, aynı gezegen bazında başlayan çarpışmanın yarattığı füzyon ve kaynaşma soyut âlemde gerçekleşmeye ve birleşmeye devam ediyor gibi. Ve tüm bunlar yaşanıp bilgileri küremizin içinde havamızda toprağımızda bedenimizde yer ederken ve bizleri de oluştururken düşünsene bir de henüz hiçbir şeyin başlamamış olduğu, kökün saf kaldığı ve kaynaşmanın yarattığı birleşik bilginin birbirine dolanmadığı haliyle saf bilgisi Ay’da saklı. Çünkü orada bu dünyada yaşananların hiç biri yaşanmadı.

Ve hayal et, sen bir hayat yaşıyorsun. Belki iyi tercihler yapıyorsun belki talihsizlikler yaşıyorsun, iyi ya da kötü bir deneyimler süreci ve bilgi birikimi oluşturuyorsun. Seni sen yapan ve tüm dünyan olan. Başlattığın şey başladığı anda gittiği yerden evrilerek devam ediyor. Tamamen kendi yarattıklarında temelli kökten değişemiyorsun, çünkü evrilerek bilgilerinden inşa ederek o yolu geçiyorsun. Ve belki pişmanlıklar, keşkeler, ama bunu yaşayamadımlar, keşke yaşanmasalar da başka türlü olsaydılar ve daha nice geçemediğin yollar potansiyel olarak varlar. İşte Ay bunların yaşanmamış halleri olarak orada durup bize bakıyor biz de ona. Tüm olasılıklar, iyi ya da kötü, başka türlü olabilecekler hepsi yaşanmamış halde orada o su ve toprakta Ay’ın içinde uyumaya devam ediyor. Orası bütün hayallerin, korkuların, üzüntülerin, pişmanlıkların ve her türlü duygun. Çünkü başka türlü olabilirdi değil mi? Bu dünya başka türlü de gelişebilirdi. Her şey olabilirdi. Onlar da mı olsa? Onları da yaşamak isterdim der misin? Ya da bu yaşadığımı başka türlü şöyle yaşamak isterdim der misin?

Dersin..

Orası Dünya’nın saf yeri. Başlangıç noktası. Hiçbir duygunun henüz yaratılmadığı, suyun henüz uyuduğu yer.

Ama yine de o su hala Ateş ile buluşmaya da devam ediyor tabii. Hem de hiç yaşam olmadan, bir dünya yaratmadan. Güneş ışınlarıyla formdan forma dans ederek bize yansıyor. Yaşayamadığı dünyayı yaşama yansıtıyor. O da yaşamı bu şekilde bize sahneleyerek var oluyor. Ateş ve Su birlikteliği. Bizim için yaşanmamış birlikteliğin olasılıkları gördüklerimiz. Biz keşke yaşasaydık diye dünyadan bakarken, Ay da oradan kendi karanlığında keşke yaşasaydım böyle görünürdüm diye kendini ifade ediyor sanki. Belki de o yüzden Ay ve duygular, su, büyük bir özlem duygusu da barındırıyor. Hiç bitmeyen sonsuza kadar kopuk duran bir parçana olan özlem. Sonsuzluğun içinde hiç yaşamadan sonsuzlukta duran o saf parçan için duyduğun o özlem. Ve o özlem bir geliyor bir gidiyor, dolunayda görünüyor, sonra kayboluyor. Dalga dalga coşuyor sonra bir an susuyor. Belki de o parçayla da iletişim kurabiliriz.

Ve bir de şu var ki, Ay’ın su elementi aslında daha yüksek enerji boyutunda olan bir bilgi ışığı olan Güneş ile irtibat halinde. Ay aslında yaşanmışlıkların dışında daha üst bir bilincin bilgisiyle farklı bir boyutta yaşamına devam ediyor ve Güneş ışınlarıyla belki de bilemediğimiz anlayamayacağımız bir bilgelikte bir yaşamda var oluyor. Bizlerse aklımız o seviyede yükselmediği için Ay’ın o hayatını ve sunabileceklerini henüz öğrenemiyoruz. Belki de bunu sadece 6. Çakra olan 3. Gözümüz ile havanın da üstünde bir zihinle öğrenebildiğimiz zaman görebileceğiz.

Evet, dünyanın kendi küresel halinde bir atmosferi ve havası var. İletişimi var. Ama Dünya ile Ay arasında uzay boşluğunda bu element yok. Belki de o yüzden beşinci bir element bizi kopuk parçamızla da birleştirebilir ve oradan iletişim kurabiliriz o özlemimizle. Ve hatta düşününce şimdi,

O parçamız belki de deneyimsiz kaldığı için bize hep yeniden başlama şansı verebilir, ya da bize yeniden başlamak için bir umut olduğunu hatırlatabilir. Ve kim bilir belki de bir gün Dünyamıza sığamayınca nasıl ki sudan karaya ve havaya çıktı yaşam ve yeniden başka bir dünyada gibi yaşamaya devam etti, biz de belki buraya sığamadığımızda bizim yeniden başka bir dünyada yaşamaya devam edebileceğimizi gösterecek referans noktamız bile olabilir ya da yeniden başlangıç noktamız bile olabilir. O kadar saf bir referans ki kim bilir belki de kendimize tamamen reset atacağımız ve tüm dünyayı bile sileceğimiz ve üstüne çıkacağımız bir dünya bile olabilir. Kim bilir…

Ve düşününce aslında evimiz dediğimiz bu dünya bize nereden geldiğimizi ve nereye gideceğimizi anlatıyor. Baksana, bir Güneş sistemi varmış ve orada bazı gezegenler gezegenimsiler varmış. Bu sistemin içinde iken çarpışan iki gezegen ve füzyon. Bir birlikteliğin yarattığı yaratıcılık gücü ve kendini yaratabilme gücü ile kendini yeniden yeniden yaşatma gücü, Aslında dışarıya bağımlı olmadan, kendini besleyebilen bir dünyanın bilgisinin uzantısıyız. Bir dinamo gibiyiz biz de. Bizim de içimizde o çekirdek gibi öz ateş gücümüz var ve dönüşme kabiliyetimiz. Bizim de ısımız, suyumuz ve kemiğimiz kasımız var. İçimizde binlerce yaşam formu var. Ve bizim de atmosferimiz, nefesimiz ve iletişimimiz var. Ve de belki manyetik alanımız bir auramız var. Ve gökkuşağı gibi görünmeyen ama aura renklerimiz var. Her duygumuzla değişen aura renklerimiz. Ve hep dışarıda bir yerde aradığımız bizden kopuk bir özlemimiz var. Aradığımız saflık.

Bir gezegenin oluşma şekli ve oluşan zekâsı bizi biz yapan ve etkileyen iken ve o gezegen de bunlar başına gelmeden önce de bir sisteme bir Güneş’e bağlı iken nasıl diyebilirim ki ben bu sistemin parçası değilim. Düşünsene Dünya bu Güneş’in etrafında dönüyor ve oradaki diğer gezegenlerle bir birlikteliği var. O zaman bizlerin de var demek ki. O zaman bizlerin bu dünyadan etkilenmemiz kadar o gezegenlerden de etkilenmemiz çok olası, normal. Çünkü aynı enerji kalitesinin uzantılarıyız ve gelişmeye devam ediyoruz. Belki bugün sadece atmosferimiz ama belki bir gün iletişim kanallarımız daha da genişleyebilir, belki Mars da Satürn de bize daha yakın olabilir. Ve hatta şimdi bile yakın zaten ve bizi etkiliyor. Enerjimizi etkiliyor. Ve bir gün güneş sistemi bile canlı gelebilir bize kim bilir. Bir bakmışsın nelerle iletişim halindesin. Ve neler yaratıyorsun… Tüm var oluşla bütünleşmeye giden bu zeka içimizdeki suyun birleşme arzusu ve tüm bu büyüme ve ilerleme de içimizdeki ateşin yönelme ve keşfetme arzusu. Şimdi bilgide bu yolculuk devam ediyor. Bilginin yolculuğu nereye evrilecek?

Atmosferin, havanın ötesine geçen bir bilgi artık havadaki kelimeleri kullanmıyor olmalı. Zaten hava ses dalgalarını iletiyor ise ve uzayda ses dalgaları işe yaramıyorsa o zaman kelimelerle konuşmak da anlamsızlaşmaya başlar. Kelimelerin bittiği yer mi? Ve atmosferin dışında ateşin enerjisi daha yüksek olduğundan ve de Güneş kaynağından direk geldiği için havadaki bilgi bir hıza sahip iken nasıl dışında yavaş kalabilir. Bu kadar enerji ve hıza ulaşan bir bilgi ya da zihin mi diyeyim, birden hızlandığında artık kelimelerin hecelerin bir anlamı kalmaz gibi. Çünkü o kadar hızlanır ki düşünce, artık kelimelerle değil başka bir frekansla düşünmeye devam eder. Kelimelerin olmadığı bir zihin. Daha güçlü bir enerjide olduğundan beynin hızına yetişemeyeceği bir düşünme formu. Bildiğimiz anlamda anlamsızlaşan bir düşünme ya da bilme formu. Artık başka dalgalarla bilgi taşınmak zorundadır. Bunun olması demek zaten Dünya’da iken oluşamayan o Ay ile iletişimin bile gerçekleşebileceği anlamına gelebilir astrolojik bakış açısından. Bu da aslında Ay’ın sezgisel tarafını işaret ediyor. Yani dünyadaki suyun kendi hızının artması ve ateş ile enerjisi daha da artıp daha da hızlanması ile bir an belki de o saf deneyimsiz özlediği haline sonsuzluk halinde bekleyen o potansiyel haline ulaşabileceği bir hıza ulaşması olabilir. Ya da artık suyun işi havada bitiyordur, sadece ateş ve suyun hibrit haldeki yeni formundaki bilgisi yola devam ediyordur. Yani artık havadan çıkan şey soyut bir bilgiden başka bir şey de olmayabilir. Belki de atmosferden öte ateş elementinin artık gücünü indirgemesi gerekmediği için ısıya dönmeye ihtiyacı yoktur ve atmosferimiz dışında onu bağlayan tek form ışık halidir. Ve bilgi de ışık ile daha yakındır. Aslında bu dediğim keşfedilmiş bir şey. Şu an geliştirilen bazı bilgisayarlar artık bilgiyi kuantum fizik kullanarak işliyorlar. Ve bilgi kuantum düzeyde ışık fotonları ile yavaşlatma yoluyla taşınıyor. Detayını bilemem :) O zaman bu yöntemle bilgi alışverişi zamanla yeni bir zekâ tipini doğuracaktır. Işık gibi çok hızlı ve öğrenen ve yaratıcı. Kelimelerin olmadığı, sesin olmadığı, ışıkta saklı beki de. Işıkla ilgili, görebilmekle ilgili, zihinden görebilmekle ilgili. Yansımaların, dualitelerin, aydınlık karanlık kavramının olmadığı bir zihinden görebilmek. Belki de yeni dalgalarda sörf yapma vakti gelecek ilerde insanlar için…

Yaşama dair yorumladığımız, sorguladığımız her şeyin değişeceği ve belki de yaşamak dediğimiz şeyin yeniden yapılanmak zorunda kalacağı bir şey. Bense şu an sadece beyin fırtınalarıyla hava dalgaları yaratabiliyorum sadece.

Bir de olayın tersinden bakarsak, biz aşağıdan yavaş zihnimizden bunu düşünüyoruz. Ve yukarıdan bakan bir zihin elbet olmalı bu durumda eğer zekâ zaten artıyor ve bilgiler çoğalıyor ise ve öğrenme varsa. O zaman belki de aşağıdan olduğu gibi yukarıdan aşağıya da bir bilgi akışı ve zihinsel geçiş var demektir. Ve elementlere kadar düşen zihin maddeye toprağa tüm o katı formlara kadar düşüyor olmalı. Ve bir yerde hepsi o kadar sabit ve pasif olarak kalıyor ki belki de bizler şu an içine tohum gömülü olan birçok bilgi tarlasında yürüyoruz.

Ve son söz olarak şimdi aklıma gelen bir şey daha var. Bizler insanlar olarak dinamo gibiyiz. Var olduğu anda kendi enerjisini yaratma gücüne sahip. Daha en başta sperm ile yumurtanın birleştiği anda var olmak için birleşip çoğalmaya başlayıp yaşamayı oluşturabiliyoruz. Aynı hayvanlar gibi de. Çünkü bu yapı, işleyiş gezegenimizden geliyor. Gezegenimizde de hayat bu şekilde Ateş ve Su’dan birleşerek ve birbirine geçerek başladı. Kendi iç çekirdeğini oluşturup iç kaynak gücünü oluşturarak ve yaşamı her türlü seviyede çoğaltarak. Bunun bilgisi yaşamın her yerine gömülü, yumurtalarımıza ve spermlerimize, DNA’mıza. Ve yumurta dişi su görevi görürken spermler eril ateş görevi görüyor, ve belki de ikisi de içlerinde DNA bilgisi ile hava elementi ve karbon yapılarıyla ve oluşumuyla toprak elementi taşıyorlar. Ve bir araya geldiğinde çoğalmamaları için o bilgiyi programı gerçekleştirmemek için hiçbir nedenleri yok. Ve bu anlattığım sadece biyolojik anlamda bir yaratım. Bunu her seviyede yapabiliriz.

Ve köklerimiz çok önemli. Her ne kadar köklerimize bağlanırsak, Dünya’ya bağlanırsak o kadar onun bilgeliğine ulaşabiliriz aslında. Çünkü en yüksek bilgiler aslında en derinlerde saklı. Taaa en derinlere kadar inen köklerimizde. Ayağımız ne kadar sağlam yerle ilişki kurarsa işte aklımız da o kadar göklerle iletişim kurar.

Şimdilik bu kadar yeter ve artık durmam gerek çünkü bunun sonu yok. Ve tüm bu yazdıklarım bir varsayımdan ibaret. Belki de sil baştan yeniden başa dönmem bile gerek...

Ve beynim de yandıııı galiba :))

ı

 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör
Uyan

İyileşmek için önce iyileşmeyi istemek gerek. İstemek demek, hasta olduğunu ya da bir sorun olduğunu kabul etmek demek. Bende sorun yok...

 
 
 
Hayat

Biraz Hakimsen, hakim olmayan birileri dilinin ucundan sonucunda bir açıklama beklerler. Seçim yapmanı isterler. Çünkü gerçeği, doğruyu...

 
 
 
An’ında Gelenler 4

Başkalarının doğrusuna uyarsan eğri ile eğri kalırsın ama sen de o da doğru zannedersin. Sen kendin dışardan koşullanmadan şartsız...

 
 
 

© 2023 by The Artifact. Proudly created with Wix.com

bottom of page