Bilginin yolculuğu devam ediyor...
- Hande G
- 24 Oca 2020
- 13 dakikada okunur
Sanırım yazmakta en çok zorlandığım günleri yaşıyorum. Bunun nedeni ise zihnimin bazı keşfettiğim düşüncelerimi sabote etme teşebbüsleri :) Neden böyle olduğunu da biliyorum aslında. Çünkü zihnimin saltanatı bitiyor ve o sırf beni oyalamak için elinden gelen bulandırmaları saptırmaları yapıyor. Bir haftadır aklımda gezinen bazı şeyler var ve ben bunları yazıya, kelimelere, sese dönüştürmek ve görünür yapmak istedikçe zorlanıyorum. Bugün de neresinden nasıl başlayacağım ve nasıl düzenleyeceğim hala bilmiyorum. Hadi bakalım…
Konumuz aslında bir önceki yazının devamı niteliğinde. İki farklı kutup olan dişil ve eril, su ve ateşin birbirlerine geçişlerini ve yolculuklarını, ilişkilerini yazmıştım. Burada oluşan ortak alanda yani atmosferde hava elementinde maddeden soyuta geçiş ile bilginin yolculuğu devam etmişti. Ve artık konu bilgiye, bilince, düşüncelere geldiğinde bu ateş ve suyun, pasif ve aktif olanın, dişi ve erilin ne dersen de, olan ilişkisi aslında burada da devam ediyor. Toprağın üstünde yer eden suyun belki de topraktan çıkıp katı görünenden görünmeyen şeffaf alana bir geçişi hava elementi. Yani aslında maddi olandan soyut olana ve soyut bir dünyaya geçiş gibi. Ateş ise zaten varlığını kendi derecelerinde bir şekilde hep göstererek ve ilişki kurarak devam ettiriyordu. Burada atmosferde o görmediğimiz şeffaf yerde neler barınıyor biraz düşündüm.
Atmosferin sadece ilk katmanları aslında bizim için algıladığımız anlamda var. Su ve ateş, ısı farklılıkları ve hava durumlarının oluştuğu tabakalar olan ilk tabakalar bunlar. Sonrasında ise aslında gittikçe incelen ve elementlerin seyreldiği ve gittikçe sadece daha hafif ve hızlı olanların kaldığı çok farklı tabakalar da var. Bir nevi aslında uzayın atmosferimize gizliden karışması gibi. Ve bizler toprağa yakın alanlarda rahatça nefes alıp yaşarken, daha yukarılara çıktığımızda bildiklerimizin de dışına çıkıyoruz. Oysa orası da hala atmosfer. Daha uzaya çıkmadık bile. Ve öyle katmanlar var ki, artık orada bildiğimiz anlamda hava şartları yok, şimşekler yok, bulutlar yok, hatta bir yerden sonra zaten su da yok. Ve dondurucu soğukların ardından yüksek ısı barındıran katmanlar var. Bazı katmanlar artık bildiğimiz şekilde de hareket etmiyor. Bu katmanlar aslında bir kalkan görevi görüp dünyayı uzaydan gelen meteorlardan, yüksek enerjili güneş ışınlarından ve radyasyondan koruyorlar. Ve aslında bu koruma sistemi, o koruyan tabaka o kadar geniş bir alana yayılıyor ki, bizim için öldürücü olabilecek bu alan aslında ne tam bizim nefes aldığımız atmosferimiz gibi ne de hala uzay gibi. Birbirinin içine incelerek geçen uzun bir alan burası. Ve hala dünyaya ait. Dünya hakkında ne kadar az şey biliyoruz demek, değil mi?
Düşününce, işte zihnimiz de böyle. Eğer ki hava elementi artık soyut olanımız ise ve bu da düşüncelerimizin, enerjimizin yayıldığı bir alan ise, bu dünyanın torunları olarak biz de böyle bir atmosfere sahip olabiliriz. Her nefes aldığımda burnumdan çıkan havanın itme gücüyle ulaştığı bir mesafe var bedenimden öteye. Ve verdiğim her nefes, bedenimden uzaklaşan her nefes aslında benden uzaklaşarak yayılmaya devam ediyor. Bir parçam koca dünyanın atmosferine yayılıyor. Aslında bakıldığında şöyle bir şey var. Ben her gün kolumu kesip ayağımı kesip dünyaya saçmıyorum, hala benimle beraberler ve onu kimseyle paylaşmıyorum. Oysa benim daha soyut olan enerji bedenim hava yoluyla her an benden dışarı yayılıyor. Ve ben aslında bana ait, yani benim kendimden olan bilgilerimi taşıyan bir parçamı bedenimden uzakta bir yerlerde paylaşıyorum. Ve aynı zamanda da dışarıda olanı kendime katıyorum her nefes alışımda. Artık o an yakınımda nasıl bir hava enerjisi var ise. İşte atmosferin katmanları gibi, benim de bedenimden havaya karışan alanda farklı yoğunlukta benden bişiler var, taa ki bir yerde iyice incelip dünyanın atmosferine karışıp kimliğini kaybedene kadar. Bu şuna benziyor; şeffaf bir hava balonu içinde yaşıyorum ve benim de kendime ait şeffaf başka bir balonum var ve incele incele bu şeffaflar birleşiyor ve benim sınırım bir yerde bitiyor. Ve belki de benim şeffaflığım ile atmosferin şeffaflığı, yoğunluğu da çok farklı. Aynı akciğerlerime havanın dolması gibi aslında atmosferin yapısı. Akciğerlerimiz aslında sünger gibi, suyu değil belki ama havayı içine emip dolduruyor. Her bir boşluğunu, içindeki gözenekleri dolduruyor havayla. Aynı atmosferimizin de aslında uzaya açılırken sünger gibi inceldikçe oluşan boşlukları uzayla doldurması gibi. Ve dolan şey ne bilmiyorum, ama şurası kesin ki, yukarıda hava bizim bildiğimiz aşağıdaki havadan çok farklı. Biz burada yaşam böyle deyip nefes alırken, aynı atmosferimizin o tabakasını ise yaşanamayacak kadar uzaylı buluyoruz, bize ait ama bizden değil gibi. Nasıl bir havamız var ki, taa yukarılara çıkınca bu kadar uçuklaşıp ekzantirikleşebiliyor. Nasıl bilgiler, nasıl bir zihin var ki dış sınırına yaklaşınca neyden besleniyor, ve nelerle anlaşabiliyor, neler hızına yaklaşabiliyor, ve neler orada yaşayabiliyor.
Aklımızın sınırlarını bilemeyiz. Bilmememiz olmadıkları anlamına gelmez. Sadece bilinçli olarak bilmiyoruz. Şu an sadece nefes alabildiğimiz alanda belki de kısa paslaşmalar yapıyoruz. Birbirimize zihinlerimizle aynı hava ortamında dokunuyoruz görünmeyen alanda ve nefeslerimiz gibi, düşüncelerimiz de birbirine karışıyor. Ve en yakınlarımız, bizi en çok zorlayanlar olabiliyor. Çünkü onlardan aldığımız her nefes aslında onların kimliğini taşıyor ve eğer ki bize ters ise belki de her içimize çekişte bizde ters reaksiyon, tepki yaratıyor. Zamanla belki sindirip benimsiyoruz, aşina oldukça tanıyor ve kendimizden yapıyoruz, ya da reddedip uzaklaşıyoruz.
Neden 2 burun deliğimiz var? Verdiğimiz her nefes aslında fiziksel formunda her iki tabiatı yani dişil ve erili ifade ettiği için olabilir. Ve bizler istesek de istemesek de nefes almaya ve vermeye mahkumuz ve içimizde her ne var ise ciğerlerimizde her ne taşıyorsak onu olduğu haliyle paylaşmak zorundayız, seçemeyiz. Ve her ne alıyorsak onu olduğu haliyle de almak zorundayız. Nefes almak bu kadar adil olabilir, bu kadar şeffaf ve olduğu gibi olabilirdi :)
Ve doğal halimiz, içimiz her ne ise etrafımızı o nefesle dolduruyoruz. Bizler her ne kadar düşüncelerimizi seslendirmesek de o düşünceler aslında kendi sınırımıza kadar olan alanımızda var olmaya ve havada asılı kalmaya devam ediyor. Ve geri kalan her şey ile alışveriş yapıyor.
Düşünüyorum da, düşüncelerimin ne kadarı gerçekten bana ait. Ne kadarını havadan kapıp ciğerlerime dolduruyorum ve sonra zihnime düşünce de onlar ben düşündüm oluyor? Gerçekten ben mi düşünüyorum, beyin mi düşünüyor? Yoksa aslında beyin sadece aldığı sinyalleri, topladığı bilgileri (her yönden ve anlamda) derleyen toplayan ve yansıtan bir organ mı sadece? Düşünceler bu kadar soyut ise bir et parçası nasıl bunu yaratıyor olabilir ki? O sadece aracı olup görünür hale getiriyor olmalı. Bedenimden aldığı her sinyal gibi, dışarıdan aldığı her sinyal, bilgi gibi. Ve buna nefesimle aldıklarım da dahil olmalı. İçinde benim bilinçli olarak bilmediğim şeyler barındıran bir hava. İçinde hava ile bana dokunanların her birinin bilgisi, dışarıdaki koca atmosferin içinde barındırdıkları. Ve ben de belki atmosferimiz gibi incelen her bir tabakama dışarıdan aldıklarımı dolduruyor olabilirim. Ve belki de bu şekilde bazılarını bünyeme katıyor olabilirim.
Ama burada aklıma gelen bir şey var. İnsan hiç bilmediği bir şey ile temas etse ettiğini bile fark etmeyebilir. Bilinmeyen bir şey sırf temas etti diye bilinebilir mi? Tanımsız bir şey nasıl tanınır olabilir?
Hiç bilmediğin bir fikir nasıl kendi düşüncen olabilir?
İşte burada aslında benim bir ara yazdığım bir yazı geldi aklıma. Zihin ve öğrenme ile ilgili bir yazı. Biraz uzun ama şimdi onu buraya eklemeliyim belki de:
“Dün dinlemekten bahsetmiştim. Bilinmeyene açık olmaktan ve olanı olduğu gibi içeri kabul edebilmekten bahsetmiştim. Ve bu bilinmeyenleri bize farklı gelenleri kabul etmenin yolunun içinde bir tane bile olsa bir benzerlik, bize uyan bir şey bulmak olduğunu söylemiştim. Kendi biyolojimiz de böyle değil mi? Hücrelerimiz dışarıdan içeriye bir şeyleri almak katmak istediklerinde o alışverişi gerçekleştirmek istediklerinde çoğunlukla aslında reseptör sistemini de kullanıyorlar. Belki de iki taraf da birbiriyle bir o kadar alakasız ve birbirlerine bağlanmak isterken onları bir araya getirebilen tek şey ikisinde de birbirine uyum sağlayan tek bir noktanın birbirine uyabilmesi ve kenetlenebilmesi. Buna ister o kenetlenen şeylerin birbirinin aynılığı, benzerliği diyebilirsin, ister birbirini tamamlayan zıtların kenetlenmesi de, aslında ifade farklı da olsa aynı şeyler. Bir şekilde birbirlerinin kilidi ve anahtarıdırlar.
Buradan birkaç çıkarımda bulunabiliyorum. Hiçbir zaman kendi bilgilerinden yüzde yüz farklı bir şeyi kendi bünyene katman mümkün olmayabilir. Zaten kendi bilgilerinle bağlanacak bir tane bile bilgi kırıntın olmadan yeni farklı bilgiye tutunup onu bünyene katman ve anlaman imkansız olurdu. O zaman aslında bilginin ya da bilincinin diyelim, bilebilme seviyenin değişmesi bir süreç ve her zaman adım adım, küçük adımlarla gelişmek zorunda. Birden bir şeyleri tamamen yok edip yerine yenisini koyamazsın. Ve yeni öğreneceğin şey her zaman senin o anki bilgi seviyene tutunacak bir benzerlik barındırmak zorunda ki birbirlerine bağlanabilsinler ve yeninin bilinmeyenleri bünyene bilgi havuzuna katılabilsin ve sen onu işleyebil. O yüzden aslında bilinç bir nevi inşa edilen bir şey. Ve her yeni kattığınla beraber temelleri olan bilgiler artık güncelliğini kaybeden ve sabit birer kök gibi kalan.
Bilgiler zaman geçtikçe yükselen bilincin alt katmanlarında birer kök olarak kalmaya, kullanılmadıkça yavaşlamaya ve kökleşmeye başlıyorlar. Aynı nesiller geçtikçe köklerimizin yani eskilerin bilgilerinin DNA aracılığıyla temellerimizi oluşturması gibi. Oysa biz bu işleyen temeli oluşturan bilgiyi farkındasızca yaşarken üzerine eklediğimiz daha hareketli ve görünen güncel bilgilerin akışında kalmayı ve onları sadece gerçek sanmaya devam ediyoruz. Oysa ki onların oluşmasının nedeni temeli de o köklerimizdeki bilginin temel olması. Ve yüzyıllar geçtikçe belki de benzerliklerle birbirine tutunan o bilgiler o kadar yabancı ve geride kalıyor ki bir bakmışsın karanlıklara gömülmüş ve unutulmuş. Burada anlatmak istediğim şey, dönüşümün gücü benzerliklerin farklılıkları birbirine bağlayan bir tutkal gibi görev yapması. Ve her dönüşümle birlikte evrilen benzerliklerin tabiatı da değiştikçe aslında çok gerilerde kalan kökleşmiş yapıların yabancılaşmaya başlaması ve bilinmez olması. İşte geçmiş şimdi ve gelecek böyle ilerliyor. Bilginin zaman içinde büyümesi ve yolculuğu böyle devam ediyor. Uzak geçmişler bilinmez, uzak gelecek bilinmez iken bizi şimdiye taşıyan aslında ikisi de. Geçmişin temeli sayesinde buradayız şimdi ve gitmek istediğimiz bir gelecek için şimdide yaratıyoruz ve olmayı seçtiklerimizi yaşıyoruz, ya da eleyip seçmiyoruz. Şimdi dediğimiz an aslında ne kadar da var olmadığını sandıklarımız ile etkileşim halinde değil mi?. Görünmeyen bir bilginin tesiri altında. Peki bu durumda özgür irade nerede dersek işte özgür irade aslında şimdide. Eğer ki ben geçmişe ve geleceğe direk tesir edemiyorsam ve edemediğim için şimdinin kontrolü benden çıktı diye isyan ediyorsam iradesizliğim ve özgür olamadığım için şimdide ağlayabilirim. Ya da özgür irademi kullanıp inşanın ve büyümenin eylem olarak gerçekleştiği şimdide o büyümeye yön verebilirim. Evet üzerine kurulu olduğum temeli değiştiremesem de ve onun sonuçlarını yaşıyor zannetsem de, ve geleceği kabul etmek zorunda hissetsem de bir şeyler yapabilirim. Tek yapmam gereken seçmek, tercih etmek. Seçimlerini kontrol etme gücü geleceğini yaratmanı sağlar, şimdini değiştirir, özgür olmanı sağlar. Bir uydu gibi bir yörüngede sürüklenme duygunu alır götürür, ve seni direksiyonun başına oturtur ve sür der o zaman. Tercih et, sağa mı kıvırcan sola mı? Gaza mı basıcan frene mi? Bir yol inşa etmek, bir süreç inşa etmek demek, ve süreç senin istediğin gibi gidiyorsa o zaman bileceklerine de sen karar veriyorsun demektir. Ne bilmek istiyorsun? Öğrenebilirsin. Bilebilirsin. Neyi merak ediyorsan öğrenebilirsin. Bildiğin şey de sensin. Ve her şey olabilirsin. Her şey olduğun sürece her şey de sana benzer olacaktır ve her şeyle de bağlantılı olacaksındır.
Biz insanlar bunun neresindeyiz dersek. Eğer şimdide isek, şu anda bildiklerimiz farklılıklara bağlanarak geleceğe büyümeye devam edecek. Ve belki de bu tabiatı bilmek işimizi kolaylaştırabilir. Benzerlikleri bulabilmek ve kendi bildiklerine bilmediklerini böyle entegre ederek bilincini dönüştürebilmek ve bunu bilinçli yapabilmek.
Burada kendi öğrenme şeklimden bahsetmek gerekirse, şimdi fark ediyorum ki ben aslında hep benzerlikler bulma yoluyla öğrenmişim farkında olmadan bunu yaparak. Baktığım dinlediğim hissettiğim algıladığım her ne varsa onların birbirleriyle ilişkisine bakmayı ve aralarındaki benzerlikleri bulmak benim için oyun gibiydi. Bunun seviyeleri şeylerin boyutları değişse de devam ediyordu. Belki makrodan mikroya somuttan soyuta tekilden çoğula her şeylerin arasında bulunabilecek benzerlikler. Sadece uzaktan izlediğin iki insanın arasında gelişen bir durumun sende tüm insanlık içinde var olan aynı benzerlikleri çağrıştırması gibi, ya da Güneş’in kendi bedenindeki bir atomun çekirdeği gibi olması, ya da uzayın koca bir okyanusa benzerken güneş sistemimizin içinde gezen bir balina ya da belki bir denizaltı olması gibi. Belki de ben sadece bir hücreyim ve koca bir organizmanın içinde minik bir parçasıyım diyecek kadar kendimi başka bir şeyin içinde bir şeye benzetmem gibi, bunun sonu yok…Birbirine geçen görünen görünmeyen duyulan ve duyulmayan her şeyin birbirine benzeyen ve benzemeyen parçaları var. Ve bunlardan benzerleri bularak alakasız şeyleri birbiriyle bağlayabilmek ve bağlantılarını yakalayabilmek dediğim. Evet, duyabiliyorum, ben neden böyle bir şeyle uğraşayım ki diyebilir insan. Ve herkes uğraşmak istemeyebilir. Ben seviyorum ama. Ve bana ne kadar çok ilham verdiğini anlatamam. Her an gizli bir hazine bulmak gibi. Ya da yeni bir oyuncak bulmuş bir çocuk gibi hissetmek.
Hiç bir şey göründüğü gibi olmayabilir. Hiçbir şey duyulduğu gibi olmayabilir. Kabul etmek istediğimiz almak istediğimiz şeyler sürprizlerle dolu olabilir. Geçen yıllar içinde görüyorum ki her şeyin bir görüntüsü ve bir sesi var. Bu bazen görünmese de, bazen duyulmasa da. Senin duyamıyor olman olmadığı anlamına da gelmiyor. Sadece sen onun çıkardığı sesin bilgisine zerre yakın değilsindir ve neresinden tutup da bağlanacağını bilmiyorsundur o kadar. Ve o noktaya gelmek için o idraka yaklaşmak için süreye ihtiyacın vardır. Ve o bilgiye giden yol üstünde bulman gereken başka bilgiler vardır önce, ki sen onları öğrenerek bir sonrakine geçebilirsin.
Bu aynı iphone güncellemelerine benziyor. 10. Güncellemeyi alabilmen için diğer 9)unu alman gerekir önce. Ve onu alabilince ancak o güncellemenin getirdiklerinden faydalanabilirsin. Belki de bazıları hala telgrafla anlaşırken, bazıları telefonla anlaşabiliyordur.
Evet, bunca yazdığımdan sonra asıl söylemek istediğime gelebilirim :)
Bazı sessizlikler vardır içinde kulağının duyamayacağı ama ruhunun duyduğu sesler barındırır ve sessizlik hep konuşur, çok anlamlı konuşur. Bazı sessizlikler vardır, çok ıssız ve boş, içini seslerle doldurmak zorunda kalırsın anlam yüklemek için ve kelimeler havada süzülür. Ve bazen kelimeler bile çok sessiz kalır, daha çok kelime ile doldurmaya çalışırsın bu sefer ve bir bakmışsın sessizlik anlamlı olmak için çabalarken gürültüyle tıka basa dolmuş, ama yine de ne ruh duymuş ne de kulak. Bazen gürültüler asıl sessizliktir. Böyle sessizlikler en ıssız olandır. Bazen de bazı sessizlikler en zengin olandır. Böyle sessizlikler en çok duyulandır. Ruhunu besleyendir. Ve bir de böyle sessizlikler bir de bazı seslerle süslendiğinde en büyük keyiftir.
Kulağımla müzik dinlediğimde o parçayı yapan şey notaların kombinasyonu iken belki de ruhumun duyduğu şey notaların arasındaki eslerdir de. Her sesin olmadığı boşluklar belki de doludur ve sesler onu sadece keyifli yapan birer süstür. Ve bu seslerin ve eslerin her birinin bilinçli dizilimi ile oluşan dokudur ruhuma keyif veren. Ve belki de dinlerken ruhuma yakın hissetmemin sebebidir. Çünkü sesler ve esler birbirine karıştıkça bedenim zihnim ve ruhum da birbirine karışıyordur, ve dokunun kendi içindeki bilinenle bilinmeyenin yarattığı ilişkinin etkisi benim de bedenim ruhum ve aklımın birbiriyle ilişkisinin yansımasından başka bir şey değildir, eğer ki ben o müzikle bir olabilmişsem o an.
Aslında ses ve es diyorum ama biliyorum ki aslında her şey ses, ya da her şey es. Sadece fizikselden ruha geçişlerin katmanlarında birer ayrı frekanslar. Kulağım ve beynim ses ve es diyor, ama hepsi aslında bir, sadece ifadeleri farklı. Bedenim ruhum ve aklım gibi. Aslında hepsi bir ama varoluşun farklı ifadeleri. Benim varoluşumun farklı ifadeleri. Ve ben sadece bedenimle dinlesem eksik kalırım. Sadece ruhumla dinlesem neden yaşarım bu dünyada? Belki de bu dünya düşündüğümüz kadar fiziksel ve gürültülü değildir. Belki de o kadar da görünmez ve sessizdir. Ve bizler bu dünyanın, evrenin adı her ne ise, sessizlikte söylediklerini duymak istersek eminim ruhumuz da beslenebildiği için çok mutlu olurdu ve belki de bu dünyada onu anlayan bir zihin ve ona uyan bir bedenle var olmayı deneyimleyebildiği için sevinirdi. Çünkü ben dediğin ne ki, sadece beden mi. Sadece zihin mi. Sadece ruh mu? Hepsinin bir kombinasyonu, ve sen bunlardan sesler ve esler, birbirlerine geçen ve bir doku oluşturan bir yapı ve varoluş şekli, keyifli bir ifadeler müziği oluşturamıyorsan bir yanın hep aç kalacak. Bir yanın keyifsiz ve mutsuz kalmaya devam edecek.
Aslında her şey canlı, bu evrende her şey bir fiziğe sahip ve bir zekası var, ve bir de ruhu. Ve birbirleriyle yarattıkları ahenk ile iç içe geçmiş var oluyorlar. Peki insanlar bunu neden yaparken zorlanıyor diye soruyorum. Aslında belli. Her şeyi bozan aslında zihnimiz. Bizim (insanların) dışımızdaki her zihin aslında daha yüksek bir bilincin zekası ile var oluyor. Bizler de aslında ona bağlı iken ve istersek o bilinç ile yaşayabilecek ve her şeye bağlanabilecekken daha düşük bir zihin ile yaşıyoruz. Ruhun dilinden ve hatta o yüksek bilincin dilinden anlamayan ve onu algılamayan bir zihin. Bunun nedeni de bizim zihnimizin aslında çok bükülmeye meyilli olması. Aynı genç bir ağaç gibi. Henüz büyümemiş ve katılaşmamış, kati ve net olamamış, kendini daha büyütmesi gereken bir ağaç gibi, yaş ve kıvrak. Ve bu kıvraklık işte zaten kontrolsüzlüğü sağlayan. Aslında iyi bir şey de. Çünkü öğrenmek demek bükülmek, kıvrılmak ve değişmeye devam etmek demek. Esnekliğin olmadığı yerde öğrenme de olamaz. Ve yüksek bilinç her şeyi biliyor mu bilemem ama bizim zihnimiz şu an öğreniyor. Halihazırda bilinenleri mi öğrenecek yoksa yepyeni bir şey öğrenebilir mi bilemem. Sonsuzluk var ise, bilginin de sınırı olmayabilir. Belki de bizim zihnimiz koca ulu bir ağacın üstteki dallarından fışkıran yeni ince ve yaş bir dal parçasından ibarettir. Ya da koca bir ormanda ulu ağaçların ortasında filizlenen yeni bir genç ağaçtır sadece. Kim bilir. Ya da ağaç değildir de başka bir şekildir, hikayesi çok farklıdır aklımın alamayacağı.
Ama aklımın aldığı şu ki, bu eğitimsiz kıvrak ve bırakırsan kendinden oynak zihin bu bedenle ve ruhla yaşamak zorunda, ve birbirlerini dinlemeyi öğrenecekler. Çünkü bir arada olmayı öğrenirlerse ve iletişim kurabilirlerse o zaman içinde yaşadığı evrenin söylediklerini anlayabilecek. Ve söyledikleri her şey gerçekten öğretici. İşte o zaman belki zihin haberinin olmadığı yeni bilgilerle kaynaşarak daha mutlu bütün ve her şeyle uyumlu öğrenmeye devam edecek. Hem beden hem ruh hem zihin beraber uyumla öğrendiklerinde ve değiştiklerinde birbirlerini gerçekten besleyebilirler ve mutlu olabilirler. Sanırım, ben daha yapmadım deneyeceğim…. Ve tabiki her şey bir varsayım, bir önerme, bir beyin fırtınası şu an.”
Evet, soluduğumuz hava da böyle işte. Her an şimdide nefes alırken nelerle temas ettiğimizi bilemeyiz. Açık olabildiklerimizi yukarda da söylediğim gibi belki de bu şekilde inşa ederek bilincimizin bir parçası yapabiliriz. Ve bunu farkında olmadan herkes yapıyor, açık olma seviyelerine göre daha hızlı ya da yavaş öğrenerek.
Ve tabii burada bir de havaya kattığımız sesler var. Bilinçli olarak yarattığımız, kendimizden yaydığımız ses dalgaları ve her birinin içerdiği mana, bilgi. Belki de duyabildiğimiz, konuşma seviyesinde olan, görünen alanda olan sözlerimiz de bu şekilde birbirimizle iletişim sağlamamızı, ve öğrenmemizi sağlıyor. Ve belki de duyabildiğimiz için, sadece duyduklarımız ve anladıklarımız bilgiden ibaret sanıyor olabiliriz. Ve duyduğumuzu sandıklarımızla çıkarımlarda bulunuyor ve düşünüyor sanabiliriz.
Ama bence gerçekten düşünmek görünmeyen alanda gerçekleşiyor. Kulağımızla duymadığımız, ama algıladığımız diğer bütün ses dalgaları, bunlar insanlardan ya da atmosferden gelen olabilir ve de nefesimizle aldığımız havayla çektiklerimiz de aslında bizimle buluşuyor. Ve de bence beynimizin algılayabileceği seviyeye de gelene kadar havada kendi alanımızda önce asılı kalıp kendi bariyerlerimizden ve filtrelerimizden geçerek, bilinmeyenden bilinir hale yavaş yavaş dönüşerek bedenimize kadar süzülüyor bile olabilirler. Bu şekilde olmasını mantıklı buluyorum, çünkü eğer hiç anlayamayacağın bir bilgi sana ulaşsa içinden geçer giderdi ya da o yüksek enerjisi seni anında yok ederdi çünkü belki de aslında ne kadar kati ve gerçek olmadığını görüp yok olmak isterdin o anda. Oysa ona tutunabilmek için senin seviyende algılayabileceğin tanıdık bir parçaya sahip olması gerek ki sen onunla buluşabil. Hem sen kendini yukarı seviyeye çekmelisin, hem de belki bilgi bir şekilde sana ulaşabilecek kadar aşağıya inebilmeli. Ve belkli de bu yüzden senin atmosferine giren bir bilgi hemen beyninde yansımayabilir, önce belki de senin hava alanında senin aklının ermediği ama sana ait o ince alanında zihninin en kontrolün dışındaki bölümünde senin delilik ya da dehalık dediğin adı her ne ise o alanda çarpışmalı ve deneyimler yaşayarak bilgi yavaşladıkça senin bilinen alanına yaklaştığı için bir an sana ulaşabilmeli. Demek istediğim, belki de her düşünce bizim kafamızın içinde gerçekleşmiyor, sadece orada görünür hale geliyor ve bilinçli olarak düşünce formunda kelimelere dökülüyor olabilir. Ve aslında o aşamaya kadar bütün o bilgi senin kontrollü bilincinde henüz olamadığın en uzak köşelerinde yukarlarda bir yerde çarpışarak ve kendi hava alanındaki tüm gözeneklerden teker teker geçerek yavaşlayıp kontrol edebileceğin bilinç düzeyine ulaşıyor olabilir. Ve sen fikirleri böyle havada kaptığını düşünebilirsin. Ve her bilinçli olarak fikir alışında aslında zihnini de bir sonrakine daha yakın hale getirebilirsin. Ve zamanla bu daha kolay hale gelmeye başlayabilir. Bu yüzden insan bilinmeyeni duymaya ve onu kabul etmeye, teslim olmaya ne kadar razı olursa alabilme kapasitesi o kadar çok ve hızlı olur bence. Yeni fikirlere adapte olabilme, farklılıklara eleştiri yerine hazine gözüyle bakabilme, meraklı olma, esnek olma, ve eski fikirlere tutunmama bu yüzden önemli. İnsan öğrenme kapasitesi ve kıvraklığını arttırdıkça belki de etrafındaki hava tutma kapasitesini ve görünmeyen ciğerlerini arttırıyor olabilir. Ve bu yüzden kafamızın içindeki beynini çok çalıştırmasa bile bedeninin dışında sürekli süzen, ve öğrenen bir soyut beyne sahip olabilir.
Yukarıda havada inşa olan bilinçli bir gözenekli yapı dedim ama bu yapı belki de gözenek değil minik spiraller şeklinde bir form da olabilir. Çünkü havanın en kaba halinde yayılan bilgi aynı suyun dalgaları gibi ses dalgaları iken, frekansları değiştikçe duyamasak da daha hızlı frekansta başka dalgalar olmalı. Suyun dalgalanma özelliğine sahip bir ışığın bize direk düz gittiği görünse de o düzlüğün içinde ne kadar hızlı dalgalanan bir yapı olduğunu belki de göremiyoruz. Belki de düz sandığımız ışık havada inşa olan başka bir şeyin içinde değişen dalga boylarında enerjisi azalarak spiral olarak dalgalanarak ilerliyordur kim bilir. Ve bu şekilde olması daha mantıklı çünkü beynimizin yaydığı bir sürü farklı frekansta dalga boyları var. Ama bunu da sonra yazacağım…