Uzayın bize anlatmak istedikleri
- Hande G
- 30 Nis 2020
- 8 dakikada okunur

Ya da benim duyduklarım :)
Bugün sanırım önceki yazımda gidemediğim uzay yolculuğuna bir başlayabilirim sanırım :) Bir süredir kafamın içinde dönen bir konudan bahsetmek istiyorum. Konu Güneş sistemimizdeki cisimlerin aralarındaki ilişki. Bunun biz insanlara nasıl bir ilişki modeli olarak kalıp gibi oturduğunu da düşünüyorum aslında.
İki gök cismi belirli kütlelerde ve belirli mesafelerde olduklarında aralarındaki kütle çekim merkezinin yeri de buna bağlı oranda değişiyor. Bunu aslında kaldıraç sistemini düşünerek hayal edebiliriz. Genelde çocuk parklarında tahterevalliler hep orta noktadan dengelenen bir merkeze sahip olurlar ve her iki tarafa oturanların ağırlıkları benzer olmadıkça bir taraf yukarıda kalır, yani biri baskın gelir diyebiliriz. Şimdi bu tahterevallinin ortasındaki ağırlık merkezinin yerini oynatabildiğimizi varsaysak, o zaman iki tarafın ağırlığı her ne kadar farklı da olsa ikisinin de havada kalabileceği dengeyi sağlayan bir merkezi bir yerlerde bulabiliriz elbet.
Gezegenler arasında da aslında her birinin sahip oldukları kütleler nedeniyle ve aralarındaki belirli bir mesafe nedeniyle oluşan etkileşimden kaynaklı bir yerlerde bir ağırlık merkezi noktası var.
Dünya ile Ay’ın ilişkisine baktığımızda Ay çok farklı bir kütlede olsa da aynı zamanda yakın da olduğu için Dünya ile arasındaki kütle çekim merkezi Dünya’nın merkezinden biraz uzakta kalarak yine de Dünya’nın içinde bir yerde kalıyor. Bu yüzden Ay Dünya’nın etrafında bir yörüngede dönerken, Dünya ise Ay’ın çekiminden o derece etkilenmiyor ve belki sadece bir miktar çekim kuvveti uyguluyor.
Güneş sisteminde 1 gezegen hariç bütün gezegenlerin Güneş ile arasındaki kütle çekim merkezi Güneş’in içinde merkezine çok yakın bir yerde kalıyor. Sadece Jüpiter her ne kadar Güneş’ten sadece bin kat daha az kütleye de sahip olsa Güneş’e yakınlığıyla da orantılı olarak, Güneş ile arasındaki kütle çekim merkezi Güneş’in biraz dışında bir yerde oluyor. Bu yüzden de Jüpiter’in çekim kuvvetiyle Güneş o ağırlık merkezi dışarda olduğu için yalpalıyor biraz, ama Jüpiter yine de bir yörüngede Güneş’in etrafında dönüyor.
Bir de aslında artık Güneş sisteminden her ne kadar gezegen kategorisinden çıkarılmış olsa da Pluto var bahsetmek istediğim. Pluto aslında Güneş’e en uzakta bulunan (artık) gezegenimsi, ama astrolojik olarak da çok güçlü etkileri var yine de. Pluto’nun bir de Choron adında bir uydusu var. Charon da Pluto ile çok benzer bir kütlede. Ve bu şekilde olduğunda, iki kütle birbirine yakın olunca, bu ikisinin ağırlık merkezi de ne Pluto’nun içinde bir yerde kalıyor ne de Charon’un içinde, ağırlık merkezi ikisinin arasında bir yerde ortalarda hayali bir noktada oluyor. Bu yüzden de aslında hem Pluto hem de Charon bu merkezin etrafında dönüyor. Böyle ikili sistemler bazı asteroidler, yıldızlar arasında mevcut. Yani Pluto hem Güneş’in etrafında bir yörüngede dönerken aynı zamanda da uydusunun etkisi ile hayali bir noktanın etrafında da küçük bir yörüngede dönüyor. Oluşan büyük manyetik alan da belki bunla alakalıdır…
Bu anlattığım 3 model gezegen ilişkisi aslında bizim Güneş sistemimizde ilişki modellerine birer örnek aslında. Belki de daha fazlası da vardır ama benim keşfettiklerim bunlar şimdilik. Biz insanlar ise Dünya-Ay ilişki modelini bariz bir şekilde yaşıyoruz zaten. Ki çok normal, çünkü Ay bize Dünya ile olan deneyimimizde, dünyevi olanda bulduğumuz manayı gösteriyor. Biraz bu modellerin üzerinde düşündüklerimi açmak istiyorum..
Bu kütle çekim merkezleri bize aslında iki cisim arasında bir bağ olduğunda bu iki cismin bu bağlantıda dengeyi nasıl bulduklarını anlatıyor. Dünya ile Ay’a baktığımızda görüyoruz ki bu ikisinin arasındaki ilişkide denge Dünya içinde bir yerde kalıyor. Yani ikisi arasındaki ilişkinin türü dünyevi olan, Dünya’da olan bitene bağlı, ortak noktayı buldukları yer toprak ve oradan dengeyi oluşturacak unsurları barındırıyor.
Pluto’ya baktığımızda ise ortadaki ilişkide aslında gördüğümüz şey, iki cismin de ortasında bir yerde soyut bir alanda bu dengenin oluşmuş olması. Bu da aslında onları bağlayan şeyin aslında her ikisinin de sahibi olmadığı ortak başka bir şey olduğunu gösteriyor. Ve aralarındaki denge de aslında her iki taraf da kendi olmaya, kendinden bir şey vermeye eksiltmeye gerek duymadan yine de bir şekilde bir ortaklık kurabildiği oranda gerçekleşiyor aslında.
Ay’a dönecek olursak, Ay astrololjide en temelinde anneyi temsil eder. Besleme beslenmeyle ilgilidir. Ve Dünya’ya doğduğumuz zaman bir anneden doğar ve Dünya’ya geliriz. Yani Ay kökenliyiz. Ve biyolojik olarak bu bağı iliklerimize kadar yaşarız. Doğmadan önce bile aslında anneden bir beslenme mevcuttur. Sadece doğunca bu beslenmenin formu değişir, ama beslenme devam eder. Ve Dünya ana deriz, çünkü biz insanlar aslında doğduğumuz gibi onun evlatları olur, Dünya’dan beslenmeye başlarız. İçtiğimiz anne sütü bile annenin dünyadan yedikleri ile zenginleşir, büyüdükçe her gün onun nimetlerinden faydalanmaya devam ederiz. Aslında bu konuda 2 hafta kadar önce yazdığım bir yazıyı buraya eklemek istiyorum. Sanırım o gün dediklerim yeterince dile getirmiş asıl demek istediklerimi.
Kendi idrarını içmenin bile normal olduğu bir zamanlar vardı. Çıplaklığın en masum ve sevimli olduğu bir zamanlar vardı. Zamanın çok da önemli olmadığı ve olduğun anda sonsuz bolluk ile güvende hissettiğin ve korunduğunu bildiğin anlar vardı. Ağlamanın dünyanın en güzel sesi olduğu anlar vardı.
Dünyaya geldiğinde tüm çıplaklığınla en masum halindeydin. Ve ilk nefesle dünyadan almaya başlamıştın. Aldığın her nefesle, her gıdayla biraz daha ondan olurken onun bir parçası olurken ona bağlanıyordun. Gidecek başka bir yerin yoktu ve orda isen yapabileceğin tek şey oraya ait olmayı öğrenmek olabilirdi. Ona karışarak ondan bir parçaya dönüşerek onunla aranda bir bağ oluşturarak, aynen göbeğindeki kordonunla bir zamanlar bağlı olduğun gibi. Şimdi ise oranın kuralları gitmiş, buranın kuralları üstünü örtmeye başlamıştı. Çıplakken en normalindeyken şimdi seni giydirdiler, beslenmek için gıda aramazken şimdi sindirmen gereken bir sürü şey sundular sana. Yedin, içtin, bedenine kattın, biraz biraz derken ondan oldun. Dünya ananın seni beslemesine dayandın, zaten gidecek başka neren vardı ki? Sana en çok güveni veren, varlığını destekleyen, besleyen ve ilgilenen bir anneye bağlanmaktan başka ne yapabilirdin ki? Sen sonsuz kaynağa bağlı olmaktan gelmiştin, ve yine bağlı olmak istedin ve bağlandın. Ama tüm doğruların, saflığın değişmeye başladı. Sen beslendikçe, daha çok giyindin. çıplaklığın ve ilk doğal halin, o masumiyetin her geçen gün daha da bulandığı toprağa. Toprakla oynadıkça ellerin, yüzün, bedenin her yerin ona bulandı. Kirleniyor muydun ki? Giyiniyor muydun ki? Kime göre öyleydi ki? Ve işte çocuklar o kadar masumken beslendikçe, büyüdükçe kaybediyordu tüm masumiyetini. Bağlanmak böyle bir şeydi. Bağlanabilmek için güvence duyacağın ilk şeydi toprak.
Sonsuz bir kaynaktan beslenirken, sınırsız bir bolluk içinde iken ve aslında her şeyin sahibi iken ve aynı zamanda hiçbir şeye sahip değilken, o bolluk halinden dünyaya geldiğinde belki de o bağı bulmak istedin sadece. Ve seni bağlayan besleyen ve bakımını üstlenen en değerli şeydi toprak. O bolluğu hissetmek adına beslendin, beslendin. Büyüdün de yetiştin mi gerçekten? Yoksa şımarmış bir çocuk gibi hep daha da isteyen bağımlı ve kendine bakamayacak hale gelmiş yetişkin bedeninde bir çocuk olarak mı kaldın yoksa? Büyümek yaşlanmaktan ibaret değildi oysa. Büyümek demek öğrenmekti. Sen ise bolluk arzunla kıtlık yarattın kendine, ve hep daha çok istedin, yetmedi sana bir türlü, kendini bir türlü güvende hissedemedin değil mi? Belki de sonsuz alıcılık gibi sonsuz bir vericilik de çalışıyordu aynı zamanda. Ve bunu nasıl yapacağını, nasıl yeteceğini bilemeyen onca anneler sırf daha çok beslemek adına verdiler haddinden fazla ya da ihtiyaç dışında her şeyi belki de.
Bizler çocuklarımızı korumak için, büyütmek için nasıl vereceğimizi bilmeden besledik, belki de sırf yetersizlik duygumuzu kapatmak için olabilir mi? Onlara gerçekten doğru şeyleri verebildik mi düşünüyorum, yoksa bizim derdimiz içimizdeki yetersizlik duygusunu mu doyurmaktı. Ve masum çocukları mı araç ettik bu açlığımıza? Kendi kıtlığımızda boğulurken, açlığı iliklerimize kadar hissettiğimizi yaşarken bu açlığı doyurmak için miydi tüm verişlerimiz. Biz egolarımızı beslerken iyilik adı altında kendimizi ruhumuz karşılığı satıyorduk belki de. Gücümüzün yettiğine, kandırabildiğimize. Ve vermeyi bilemeyenler almayı bilemeyenler yetiştiriyordu. Ve nasıl alacağını bilmeyen biri öğrenmeyi ve gerçekte neyi alması gerektiğini nasıl öğrenebilir? Ve biz bunları onlara değerli bir şeymiş gibi sunup onları tıka basa doldururken tatmin olduk mu sonunda, onları da kendimizi de doyurabildik mi sonunda? İyilik ve sevgi kılığına bürünen bir güç gösterisi, yanlış emellere yanılsamalara hizmet eden bir manipülasyon gücü bahsettiğim.
Ve kullandığımız tek malzeme, bizi birbirine bağlayan bu değer sadece toprak. Çünkü o bedenlerimizi beslemekle kalmadı, tüm yetersizliklerimizi, hırsımızı, zenginlik açlığımızı, bolluk açlığımızı, kurban oluşumuzu, fedakarlıklarımızı, ve daha nice sapan değersizlikleri ve değerlileri doldurdu, besledi. Değerler, değerler, değerler….Biz nereden, nasıl bir yerden bağlandık birbirimize….Belki de hiçbir zaman sahip olunmak istenen bir şey olmamalıydı bizi bağlayan bu değerler. Ne verilebilen, ne de alınabilen. Bu bağlı olmanın verdiği şey bir bağımlılık ve beslenmeye böyle bu şekilde dönüşmemeliydi. Ama denemeliydik değil mi? Yoksa nasıl bilebilirdik? içinden çıkıp da bilebilir miyiz?
Belki de bizi bağlayan birbirimize bu dünyadan bile olmamalıydı. Ancak öyle paylaşabilirdik hiç birimizin sahip olamadığı o oyuncakları. Ve masum çocuklar gibi paylaşıp oynar eğlenebilirdik. Ne senin ne benim, ama bizim olurdu belki. Ve kimsenin..
Yapabilir miydik bunu? Alıp verdiklerimiz sadece varlığımızın kendisinden ibaret olsaydı, kıskanır mıydık birbirimizi? Çalmak ister miydik, kandırmak ister miydik, sahip olmak ister miydik, kurban ve fedakar, kandırılmış hisseder miydik? Tek bildiğimiz oynamak ve eğlenmek olmaz mıydı, kimsenin olmayan oyuncaklarla oynasaydık? Bu dünyanın yaratamadığı bir oyuncak olsaydı bu. Eğlencemiz, hazzımız, keyfimiz onun ekseninde bizle beraber dönmez miydi?
Ve ne sen eksilirdin, ne ben eksilirdim, ne sen fazlalaşırdın ne ben fazlalaşırdım. Ve sadece olduğumuz halimizle olduğumuz sürece, bunda anlaştığımız sürece dönerdik bizi bağlayan merkezimiz yaptığımız ortak noktamızda. Hiçbir şeye bağımlı kalmadan, özgürce, kaybedecek hiçbir şeyi olmadan…
Hiçbir güç gösterisinin sahneye çıkamadığı bir sahne olurdu orası. Çünkü güçler dengesi sağlayan sadece sen ve ben biz olduğumuz noktada ortada olurdu, tam da boşlukta, hiç var olmayan bir noktada. Buna tutunmamız bu kadar mı zor olurdu, tek şartı kendin olmak olduğunda.
Böylesine değerli olan bir şey var mı? Var mı yoksa yok mu? Yok olduğu için mi bu kadar değerli bir hazine? Tüm maddelerden, tüm taşlardan, elementlerden daha değerli bir şey… Kimsenin göremediği, ama onun bağladıklarının dayandığı o tek nokta, ve o kadar güçlü ki, boşluğu, yokluğuyla bağladıklarını doldurabiliyor. Ve nasıl bir güven ki, hiçbir şeye bağlanmadan sonsuza kadar seni bağlı kılıyor.
Evet, böyle bir şeyler yazmışım. Aslında yaşadığımız bizi bağımlı hale getiren bu Dünya-Ay eksenindeki ilişkilerimiz de aynı Ay’ın Dünya ile kurduğu dengenin Dünya’dan sağlanması gerektiği gibi tamamen maddi dünyevi bir denge merkezinden gerçekleşiyor. Bu bizim doğduğumuz Dünya, ve doğal olarak böyle. Ama şunu söyleyebilirim, bu Dünya’da herkes bir anneden geliyor ve nüfusumuza bakarsak Dünya’daki anne sayısı ciddi oranda fazla. Ve üstümüze aldığımız bütün rollerde o kadar sıkışmışız ki belki de, hepimizin başındaki ilk ve en büyük anneyi unutmuşuz, kendi anne-çocuk rollerimizde oynarken aslında hepimizin onun çocukları ve birbirimizin de kardeşi olduğunu unutmuşuz. Belki de çok fazla anne ve çocuk olmaya çalışmak yerine, bu kadar bağımlı bir yerden bağlanmak yerine kardeşlikten bağlanmayı da denemeliyiz. Belki de kardeş olmayı hatırlamalıyız. Ve evet kardeşler paylaşamadıkları oyuncaklar için hep kavga ederler. Ama Pluto’nun ustalığını öğrenebilsek belki bir gün kaybetmekten korkmadan sahip olunamayacak şeyler etrafında beraber dönüp bir dünya yaratabiliriz.
Terazi burcu her ne kadar ilişkileri temsil etse de, Pluto ile Akrep burcu aslında bu iki taraf arasındaki dengede ustalaşmayı tarif ediyor. Bu ister iki kardeş olsun, ister sevgili olsun, ister madde ve ruh olsun, bu dünya ile ölüm sonrası olsun, her iki taraf da kendi yerinde ve tam ve diğeri ile tam bir ilişki halinde, ne kendinden bir şey vererek, ne karşı taraftan bir şey alıp sahiplenerek, sadece iki tarafın da ortak noktada buluştuğu merkezde bir yerde. Pluto’nun uydusu Charon mitolojide aslında ölüleri yeraltına götüren nehirdeki kayıkçı imiş. Ve düşününce aslında Terazi ile anlatılan adalet duygusunun Akrep’te nasıl da ustalık kazandığını görebiliyoruz. Öldüğünde maddeden olan ne var ise yine toprağa karışıyor, ve kayıkçı sadece ruhu ait olduğu tarafa taşıyor. Her taraf nereye aitse orada kalıyor. Madde maddeye, ruh ruha dönüyor. Bu da bize aslında iki tarafın birlikteliğinde birbirlerine ait iken aslında birbirlerinin sahibi olmadıklarını, ama birbirlerini ağırladıklarını ve misafir ettiklerini ve onları tutan tek şeyin aralarında oluşturdukları o muazzam dengeden ibaret olduğunu anlatıyor. Aslında birbirlerini yaşatmanın tek yolu sadece aralarındaki bağı, o ilişkiyi yaşatmak, hepsi bu.
Biz insanlar ise bunu unutup birbirimizi yönetmeye çalışıyoruz, oysa yönetmeyi öğrenmemiz gereken tek şey sadece aramızdaki ilişkiyi yönetebilmek. Ve bu kesinlikle bir Dünya-Ay ilişkisindeki gibi maddi dünyevi bir bağımlılık ekseninde, maddi kaynakların paylaşımına dayanan bir noktada gerçekleşemez. Gerçekleşir, ama belki de Pluto’daki gibi bir ustalık kazanınca…Ve belki de bu ulaşılması zor ustalık noktası bize bir referans, bir yol gösterici, önümüzde duran uzaklardaki bir standart. Ve Pluto her ne kadar Güneş’i direk yönetmiyor gibi görünse de kendi bir örnek olarak aslında 3. Bir modele yol gösteriyor ve yönlendiriyor olabilir. Akrep’ten sonra gelen Yay burcunun da yöneticisi olan Jüpiter ile Güneş’in ilişkisi burada ortaya çıkıyor.
Tüm Güneş sisteminde Güneş’i yalpalatan ve yerinden oynatabilen tek gezegen Jüpiter sanırım. Her ne kadar aralarındaki dengeyi sağlayan merkez nokta tam ortada olmasa da Güneş’in dışında bir yerde onun yakınında bir yerde olması belki de Güneş’in Jüpiter ile kendini değiştiren yenileyen yapısını anlatıyordur. Astrolojide Jüpiter’in karşıtı olan Merkür ise Güneş’in yakınından uzaklaşmayıp sürekli etrafında gezinerek ve Güneş’e en yakın olan gezegen olarak Jüpiter’in elçiliğini yapıyor sanki. Güneş’in her bir küçük hareketi ve değişimi aslında Merkür için kaydedilmesi gereken bir şey.
Bu 3. Model ilişki şekli hakkında söylenebilecek çok şey var daha çok uzayabilir. Bu konuda yazmaya başka bir gün devam etmek üzere şimdilik bu kadar….